NATO, askeri bir pakttır. Bir üyenin saldırıya uğraması bütün üyelerin saldırıya uğramasıyla eşdeğerdir. Bütün üye ülkeler, bir diğer üye ülkeye yapılan bu saldırıyı kendi topraklarına yapılmışçasına kabul eder ve karşılık verir.

Her üye ülkede ortak askeri üs ve merkezlerin yanında bütün askeri üsler de aynı zamanda NATO’nundur. O ülkenin sınırları da öyle.

Üye bir ülkenin askeri manada zayıflaması o kanadın zayıflaması demektir…

Bütün bunlar kâğıt üzerinde anlatılan ve ifade edilenlerdir. Pratiği ise sahaya çok farklı bir şekilde yansımaktadır.

Türkiye ve ABD bu askeri paktın iki üyesidir. Türkiye ihtiyacı olan silahları ABD’den almak istiyor. Bedava ya da hibe değil, para ile hem de piyasadaki fiyatın üzerinden. Ama gel gör ki bu silahlar verilmiyor. Üstelik başka yerden almasına da izin verilmiyor.

Neden satmıyor, neden almasına izin vermiyor, diye sorulduğu zaman da kimse mantıklı ve geçerli bir cevap veremiyor. Trump, dahi bunun adil bir yol olmadığını basın karşısında ifade etti.

Bunu dinlemeyen, teslim olmayan Türkiye’ye her türlü tehdit ve şantaj yapılıyor. Sözlü tehdit ve şantajlar istenilen etkiyi göstermeyince düşman bir ülkeye uygulanan CAATSA, yaptırımları devreye sokuluyor.

ABD Temsilciler Meclisi ve Senato’dan üçte ikiden fazla bir oy çoğunluğuyla geçen CAATSA kararını Trump’ın onaylamaktan başka seçeneği yok.

ABD, Türkiye’nin parasını ödediği, ortağı ve tedarikçisi olduğu F-35 savaş uçaklarını vermiyor.

Sonra da biz ‘stratejik müttefiğiz’ teranesini okumaya devam ediyorlar.

Bunun adı düpedüz eşkıyalıktır, kabadayılıktır. Kurt, kuzulara şah olsa ancak böyle bir taksimat yapar.

Türkiye, bu kabadayılığa boyun eğmemelidir. Mutlaka karşılık vermelidir. Elinde birçok seçenek var.

Dış politikada ilkeli, şahsiyetli, antiemperyalist, bölge halklarının menfaat ve çıkarını önceleyen, milli ve ulusal çıkar kelimelerinin basitliğine düşmeyen politikalar gütmelidir. Böyle yapabildiği, davranabildiği oranda bağımsız bir İslam ülkesi olma vasfını kazanacaktır.