Toplum olarak hepimiz bir şeylerden mutlaka şikayetçiyiz. Kimi adaletin olmayışından kimi özgürlüğün bulunmayışından bahisle, hak-hukuk ihlallerinden şikayetçidir. Öyleki sanki bu şikayetleri yapan bizler, bu toplumun birer ferdi değilmişiz gibi konuşuyor; suçu başkalarına atıyoruz. Adeta fert olarak kendimizi olanların dışında tutuyor, hiç katkımız yokmuş gibi davranıyoruz.

İnsanoğlu böyledir. Ölümü de kendisi hariç herkese yakıştırır. Halbuki içinde yaşadığımız toplum, bireylerden kurulu bir düzendir. Düzenin topluma karşı sorumluluğunu yerine getirmemesi ve sosyal hayatı bozan değerler erozyonunu önlememesi yılların sorunu olsa da acaba birey olarak biz nasıl bir sorumluluk yüklenmeli ve düzeni değiştirecek adımlar atmalıyız diye düşündük mü? Bunda birey olarak katkımız ne olabilir? Hiç mi suçumuz yok?

Geçenlerde birkaç arkadaşla ayaküstü denebilecek kadar kısaca konuşurken dahi mevzu, insanların bencil/başkasını düşünmeyen olmalarından şikâyete geldi. Herkes toplumsal bozulmanın bir sebebini dile getirirken yakın zamanda sosyal medyada okuduğum bir yazıyı hatırladım.

Amerika’da yaşayan Türkiyeli emekli bir kadın Profesör, yılbaşında ufak bir hediye paketini yollamak için postaneye gidiyor. Sıraya girip yaklaşık bir saatte ancak gişeye ulaşıyor. Paketi alan memur, adresin eksik olduğunu ve yana geçip yazmasını tekrar sıraya girmesini söylüyor. Ardından “Sıradaki” diyerek arkasındaki yaşlı bayanı çağırıyor. Yaşlı bayan, ilerlemiyor. Memura sıranın önündekinde olduğunu, ona haksızlık etmemesi gerektiğini söylüyor. Diğerleri de aynı şeyi tekrar edince memur, paketi alıp işlemi yapıyor. Bizim Profesörümüz ise şokta… Aracına kadar bu haliyle gidip otururken olanlara anlam vermeye çalışıyor. Tanımadığı insanlar hakkını savunmuş ve onu yüzüstü bırakmamışlar. Aracının camı tıklanınca postanedeki yaşlı bayanı görüyor. Teşekkür ederken şu cevabı alıyor: “Senin hakkını değil, toplumun hakkını savundum. Bu muameleyi gördüğü için o memur, bir daha kimseye böyle bir haksızlık yapmaz.”

Gerçek, bu değil mi? Maksat Amerika adalet ülkesidir reklamını yapmaktan çok, adaletin insanlığın dini olduğunu vurgulamaktır. Hak ve hukuk dediğimiz mefhumun tüm insanlığın ortak değeri olduğunu hatırlatmaktır. Her toplumun değerleriyle özgür olduğunu belirtmektir.

Galiba eksik olduğumuz nokta belli oldu. Dışımızdaki her birey, bu toplumun bir ferdi olduğundan onun hakkını da korumanın yükümlülüğümüzde olduğunu idrak etmek, ilk adım olacaktır.

En basitinden sıraya girdiğimizde aynı duyarlılığı göstermek gerek. Trafikte, satışta, alışta ve ilgili her alandaki, girişimde başkasının hakkını kendi hakkımız gibi koruma erdemini gösterdiğimizde, toplum olarak düzeni de yola getirebiliriz. Ne polisten ne jandarmadan ne validen ne de bir siyasiden korkumuz kalmadığı gibi aksine haksızlık karşısında susmayışımızdan onlar korkarlar. Zulümlerinden, adaletsizliklerinden, hak-hukuksuzluklarından ve toplumu bozan girişimlerinde yani her türlü ahlaksızlıklarından onları alıkoymuş olacağız. Onları alıkoymakla onlara iyilik yapmış olacağız. Önce birbirimizden başlayan bu zincirleme hareket, toplumdan düzene sıçrayacak ve rengini düzene verecektir. Düzenin rengine bürünmeyecektir.

Peki bu nesil ile bu olabilir mi? Pek zannetmiyorum. Buna rağmen haktan, hukuktan, doğruluktan uzaklaşmayı; bu durum gerektirmiyor. Israrcı ve ıslahçı olmayı hedeflemek herkesin yararınadır. Toplumsal bir faydadır. Birbirimizin hakkını savunduğumuz zaman, işte o zaman düzen düzelir, o zaman adalet, hak ve hukuk ayakta kalır. Düzelen düzen, vatandaşının hakkını da savunur. Avrupa’ya özenen değil, özenilen oluruz.

 “Ey iman edenler! Kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.” (Nisa, 135)