Dün ezanın Türkçe okutulmasının yıl dönümüydü. 18 Temmuz 1932’de yayınlanan bir genelge ile ezan, bundan böyle Türkçe okunacaktı. 6 Mart 1933’te de Sala Türkçe okutuldu.

İbadetlerin Türkçe yapılması girişimi Atatürk’ün onayı ve denetimi, Ziya Gökalp gibilerin de teşvikiyle gerçekleşti. Elbette bu girişimin bir evveliyatı da vardı: 1931’de ezan ve hutbenin Türkçeleştirilmesi ile ilgili yapılan çalışmayı dokuz hafız yapmıştı. 22 Ocak 1932’de de Yerebatan Camii’nde Hafız Yaşar Okur’a Kur’an’ın Türkçe Tercümesi ilk kez okutuldu. 3 Şubat 1932’de ise o zamanlar Cami olan Ayasofya’da hem de Kadir gecesinde Kur’an, Tekbir ve Kamet Türkçe okundu. Özellikle o zamanki Diyanet İşleri Riyaseti/Başkanlığı kontrolünde tüm illerde Türkçe metne göre ezan okunup Arapça ezan okumaya yasak getirildi. 1938’de Türkiye’ye katılan Hatay’da dahi bu yasak hayretler içinde uygulandı.

1941’de yani bu uygulamayı başlatan Atatürk’ten sonra adeta mirasını devam ettirircesine İnönü döneminde Türk Ceza Kanunu 526. maddesine eklenen fıkrayla Arapça ezan okuyan, kamet getiren üç ay hapsedilecek 10 lira ile 200 lira arasında ceza ödeyecekti.

Bu memleket yedi düvele karşı bu zulmü yaşamak için veya inancının şiarı yasaklansın diye savaşmadı.

Yunan’ı, İngiliz’i, Fransız’ı galip gelseydi bu zulmü reva görür müydü?

Bu halk böyle bir zulmü düşmanlarından da görmedi.

Başa gelenler İslam’a, Müslümana ve halkın dininden kaynaklı örf ve geleneğine adeta savaş açıp devrim, inkılap diye dayatmaya çalıştılar.

Kur’an’ın, ezanın, kametin, salanın asli unsuru Arapça’dan sıyırıp Türkçe olarak anlaşılması dayatmalarının çağdaşlık adına İslam’a savaş olduğunu bilmeyen kaldı mı?

Büyüklerimizden duyduklarımız şehir efsaneleri değildi. Köylerin girişlerinde Arapça ezan okunması esnasında jandarma baskını olmasın diye tutulan nöbetler gerçekti.

Kur’an’ın yasaklandığı ve mağaralarda saklandığı gerçekti.

Camilerin satıldığı/ahır olarak kullanıldığı gerçekti.

Baştakilerin derdi halk veya değerleri değil; Lozan’da dayatılan gizli maddelerdi. Halkı ve memleketi “gavur”laştırma girişimleriydi.

Bu halk normal şartlarda yöneticileriyle düşmanlık yaşamaz; ama inancı ve değerlerine karşı savaş açıp mücadele açanları ve zihniyeti, devlet de olsa yönetici de olsa unutmaz, nesiller boyu unutturmaz.

Ezan yasağına karşı Bursa Ulu Cami’de halk açıkça isyan etti. Ankara’da başında Mehmet Kemal Pilavoğlu’nun bulunduğu Ticani dergâhı mensuplarının mecliste ezan okumaya varıncaya kadar yaptıkları mücadele unutulmadı.

Devam eden nesiller unutmadı. Zulüm dolu yakın tarihteki bu iş ve failleri değil, inancı uğrunda asılanları/bu zulme maruz kalanları, tarih rahmetle yad ediyor/edecek.

Neticede Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle 15 Haziran 1950’de Arapça ezan okunması serbest oldu.

Yalnız dikkat çeken husus şudur ki; Türkçe ezan yasaklanmadı, ezan dili serbest bırakıldı.

O günden bu yana CHP dahil inanç kaygısıyla değil, halkın oy’a dönüşebilecek tepkisi dikkate alındığı için bazen aykırı sesler olsa da Arapça ezana devam edildi. Fırsat çıksa olmayacak demek değildir. Dolayısıyla ezanın şiar olma yönü kanunî muhafaza altına alınmış da değildir. Çünkü Şapka kanunu gibi sahada uygulanmasa da “dokunulmaz kanunlar”dandır ezanın Türkçe okunması kanunu.

Buna karşın yıllardır başörtüsünün anayasa güvencesine alınma talebindeki nükteyi, iktidar ya anlamamış ya da anlamazdan geliyor. İstanbul sözleşmesiyle çöküşü hızlanan aile kurumunun güvencesi için de aynı hissiyatı taşıyorum. Birileri körleri, sağırları oynuyor. Bakalım nereye kadar…