Dikkat ederseniz kendimizi mecbur zannettiğimiz ne varsa her biri ya ayağımıza pranga olmuş yüreğimizin gitmek için çırpındığı yere bizi götürmüyor,
Ya bileklerimize kelepçe olmuş, Allah için uzanmak istediğimiz yerlere uzatamıyoruz,
Daha da acısı kendimizi mecbur hissettiğimiz bu dayatmalar ağzımıza yapıştırılmış bir bant olmuş ve bizi konuşturmuyor, hem de konuşmanın farz olduğu bir yerde.
Kısacası mecbur olduğumuzu zannettiğimiz her şey bizi esir almış, her yanımızdan sarıp sarmalamış. Sorduğumuz zaman hepsi de “mecburuz ağabey!” diyor. Bizim gibi sıradan bireylerden tutun devletin en üst yöneticilerine kadar hepimizin ortak mazereti “mecburuz ağabey” olmuş, varan oraya tosluyor.
Aslında orucun bize öğrettiği şeylerin başında birçok şeye mecbur olmadığımız gelmektedir. Normal hayatımızda olmazsa olmaz zannettiğimiz, bir anlamda mahkûm olduğumuz nice şeyden vaz geçebiliyoruz, en azından akşama kadar erteleyebiliyoruz. Hiç de zannedildiği gibi mecbur olmadığımızı fark ediyoruz.
Demek ki böylesine yiyeceklere, içeceklere ve nefsin arzularını yerine getirmeye mecbur değilmişiz.
Hiçbir şeye mecbur değiliz efendiler! Hem sadece katil emperyalizme ve Siyonizm’e karşı boykot ve direnme adına değil, hayatın bütün alanlarında özgürlüğümüzü elimize alma adına hiçbir şeye mecbur olmadığımızı göstermek durumundayız. Çünkü özgürlük, hiçbir şeye mecbur olmamaktır.
Kapitalizmin ve onun uygulayıcısı olan emperyalizmin bize dayattığı “zaruret” listeleri aslında bizim esaret sözleşmemizdir. “Bunlara mecbursunuz” denilerek altına imzamız attırılıyor.
Ve sonunda kıpırdayamaz hale geliyoruz. Bizi Gazze’nin imdadına koşturmayan nedir diye sorduğumuzda işbu sözleşmeler olduğunu görüyoruz.
Mecbur olmadığımız şeyler elbette yiyip içme konusunda değil hayatın bütün alanlarında ve ilişkilerde böyledir.
Daha da önemlisi, senin benim gibi bireylerden ziyade devletin kendisini mecbur hissetmemesi, “mecbur değilim!” diyerek imanın ve vicdanın kabul etmediği bütün ilişkileri kesip atmasıdır.
Selam ve dua ile.