Günlük hayatımızda hangi kelimeleri ne kadar kullanıyoruz diye dikkat ettiğimizde “teşekkür”ün epeyce bir yer tuttuğunu görürüz. İnsanların böylesine yoğun ve bir birleriyle ilişki içerisinde olduğu bir dünyada, ağızlardan çıkan her iki üç sözden birisinin “teşekkür ederim” olduğunu göreceksiniz. Sadece bizim yaşadığımız coğrafyada değil, yeryüzünün her yerinde bu böyle olmalı ki, yabancı dil öğrenimlerinde teşekkür etmek, ilk öğrenilen sözcüklerin başında gelmektedir.
Şu anda yeryüzünün en cahil bireyleri bile, kendi dillerinin dışında birkaç dilde teşekkür etmeyi öğrenmiş durumdadır. Thank you, danke shön, mersi, şükran kesiran vs. kelimelerinin ne anlama geldiğini bilmeyen yoktur. Ülkemize gelen her yabancının bizden en basit bir iyilik ve yardım gördüğünde hemen uzatmalı ve tatlı bir biçimde “teşekkür ederiim” dediğine şahit olmuşuzdur.
Çocuklarımıza da titizlikle öğretmeye çalışırız. Birileri yavrularımıza bir ikramda bulunduğunda “Haydi teşekkür et amcana, teşekkür et abine..” deriz.
Çünkü teşekkür etmek, insan olmanın, toplum içerisinde insandan sayılmanın ilk şartıdır, medeni bir insan olmanın olmazsa olmazıdır.
Teşekkürsüzlük, asla kabullenilecek bir durum değildir. Teşekkür etmesi gerektiği halde etmeyen birisi, kesinlikle özürlü birisidir.
Birisi bize otobüste yer mi verdi, kenara çekilerek önümüzü mü açtı, bir kuyrukta yer mi verdi, yere düşürdüğümüz bir şeyi bizden önce davranarak alıp bize mi verdi, aradığımız adresi bulmakta yardımcı mı oldu… Evet, bütün bu durumlarda teşekkür etmeyi bir borç biliriz. “Canım, bunda ne var, hiç de gerek yok teşekkür etmeye” gibisinden bir düşünceyi aklımızın ucundan bile geçirmeyiz. Olur ya, bazen dalgınlıkla teşekkür etmeyi unutmuşsak, hatırlayınca utanırız, mümkünse gecikmeli de olsa teşekkür borcumuzu yine öderiz.
Gelin bu iyilik örneklerini biraz daha büyütelim;
Yağmurlu bir havada birisinin bizi otomobiline aldığını,
Bozuk paramızın çıkışmadığı bir anda tanımadığımız birisinin hesabı tamamladığını,
Bindiğimiz araçta yetersiz bakiyemizden dolayı tanımadığımız birisinin kendi kartını verdiğini,
Taşımakta olduğumuz yükümüze birisinin yardım ettiğini, stop etmiş otomobilimizi itelediğini düşünelim.
Bütün bunlara teşekkür etmeyi en büyük bir borç biliriz öyle değil mi?
Gördüğümüz iyiliklerin boyutlarının daha da büyüdüğünü düşünelim… Yüklü miktarda aldığımız borçları, yeri geldiğinde saatlerini, günlerini bize ayıranları, zor günlerimizde bize büyük fedakârlık yapanları hatırlayalım…
İyilikler büyüdükçe, teşekkür ifadelerimizi de ona paralel olarak değiştiririz, defalarca tekrarlarız. Hatta kelimelerle ödeyemeyeceğimiz için başka yollar arayıp buluruz öyle değil mi? Çünkü insana yakışan budur.
Fakat aynı insanoğlu nedense Allah’ın nimetleri ve ikramları karşısında hiç de böyle değildir!
Her şey bir yana, kendisini böylesine mükemmel bir şekilde yaratan ve yaşatan Rabbine karşı nankör kesilir. Kendisine ikram edilen bir bardak su için defalarca teşekkür eder de, gökten şarıl şarıl yağmur indirene, kendisi için ırmaklar akıtana, kaynaklar fışkırtana karşı kör ve sağır kesilir.
Bir fincan kahve için kırk yıl hatır sayar da, görünür görünmez nimetlerini sağanaklar halinde üzerine Yağdıranın Yüce hatırını hiç hatırına getirmez.
Mecbur olmadığı halde sırf lütfundan ve kereminden kendisini böylesine mükemmel, kusursuz, yaratan Rabbine karşı nankörleşir de insanoğlu, O’nun kendisine verdiği sıhhatten, afiyetten ve şifadan hiç söz etmez, fakat yine O’nun izniyle tedavi eden doktorlar için, sağlık görevlileri için medyada çarşaf çarşaf teşekkür ilanları verir.
Bireysel hayatında Rabbine karşı böylesine şükürsüz, teşekkürsüz ve nankör kesilen insanoğlu, toplumsal hayatında da aynı nankörlüğü inatla sürdürür.
Oturumlarını açarken, meclislerini açarken, toplantılarını başlatırken, hatta toplum olarak kavuştukları bir güzelliği dile getirirken, Allah Azze ve Celle’ye hamd ve şükrü bir defacık olsun dile getirmez.
Putlarına, putlaştırdıklarına teşekkür ve minnetle başlarlar sözlerine.
Allah Teala’nın kendilerine lütfeylediği nimetler için, onlar nemrudlarına, firavunlarına şükrederler.
İnsanoğlu ne kadar nankör, ne kadar nimet azgını?
Ve bütün bunların karşılığında Allah Teala ne kadar sabırlı öyle değil mi?
Fakat bu nankörlük, bu azgınlık ve bu vicdansızlık hiçbir zaman insanoğluna iyilik getirmeyecektir.
Bunun bir bedeli, hem de çok acı bir bedeli olacaktır!
“İşte, Allah (size) bir örnek veriyor: Güvenlik ve refah içinde bir şehir (düşünün ki) oraya (ahalisinin) rızkı her yandan bolca akıp duruyordu; ama ahalisi tutup Allah’ın nimetine karşı yakışmaz bir biçimde nankörlük etti ve bunun üzerine Allah da onlara, inatla yapageldikleri (kötülüklerden) ötürü kuşatıcı bir açlık ve korku felaketi tattırdı.” (Nahl:112) Muhammed Esed bu ayete şu dipnotu düşer;
“Bu örnek ya da mesel, Allah’ın insana bahşettiği hesapsız rızık ve nimetlere karşı bilinçli ya da kasıtlı nankörlüğün, bir başka deyişle Allah’ın doğru yolu gösteren mesajına bilerek karşı çıkmanın, uzun vadede ve bir bütün olarak toplumsal hayatın karmaşık dokusu içinde dönüp dolaşıp eninde sonunda insanların başına sadece ahirette değil, bu dünyada da vahim sonuçlar, büyük felaketler açacağını gösteriyor. Bu dünyada, hiçbir toplum, köklerini, insanın “Allah’la olan bağlantısı” ya da “sözleşmesi” kavramında içinde bulunan ahlaki ve toplumsal ölçülere dayandırmadıkça, güvenlik ve refah içinde yaşamayı umamaz.”