Toplumsal felaketlerin tamamında kaçınılmaz olarak insanların nasibine düşen zarardır.
Böylesi zamanlarda yönetimlere düşen görev ise, ilk etapta bu zararı def edemese bile insanlara adaletle yansıtmaktır. Bir başka ifadeyle söz konusu zararı adalet ve insafla taksim etmektir. İnsanlar elbette her zaman kâr paylaşacak değiller ya.
Felaket günlerinde insanların nasibine düşen zararların başında bir takım özgürlüklerin kısıtlanması gelir.
Söz özgürlükten açılmışken, bakmayın bazılarımızın özgürlüğü bayraklaştırıp uğruna her şeyin feda edileceği en büyük ideal haline getirmesine. Zaruret hallerinde sizin bir takım özgürlükleriniz kısıtlanabilir hatta bizzat kendiniz vazgeçebilirsiniz.
Serbestçe dolaşma, seyahat etme, çalışma ve benzer özgürlüklerin çoğu kısıtlanabilir. Zaten özgürlük dediğimiz şey normal zamanlarda da sınırlı değil midir? Elbette kimse bizim despotluğu savunduğumuzu düşünmemelidir, biz adaletin en büyük erdem ve ideal olduğunu söylemek istiyoruz vesselam.
Peki, adalet öyle midir, adalet yerine göre vazgeçilebilen bir şey midir? Asla. Zarar dağıtımında bile adaletten vazgeçilemeyeceği gibi özgürlüklerin kısıtlanmasında bile aranan ilk şart adalettir.
Sonra, adalet demek eşitlik demek de değildir, herkese hak ettiğini vermektir. Zarar taksim edilirken de bunun gözetilmesi gerekir.
Bir başka husus; felâketin cinsine göre en büyük zararını genellikle mağdurlar, mazlumlar ve yoksullar görür. Bir depremde, bir sel felâketinde, bir soğukta veya salgınlarda fakirler, evsizler topun ağzında olanlardır.
Yönetimlere düşen görev, mazlumları ve mağdurları koruma hususunda her zaman için hazırlıklı olmalı, bu adaletin gereğidir.
Felâket günlerinde insan kendisinin zarara uğramasından ziyade bu zararın bir başkasına hiç yansıtılmadığını gördüğünde isyan eder. Birileri için felâket olan şeyin bir başkası için fırsat ve ganimet olmasına tahammül edemez.