Türkiye’de birçok kurum ve kuruluş, kanun ile belirlenmiş asli amaçları haricinde neredeyse her iş ile uğraşırlar. Üzerlerine vazife olmayan neredeyse her konu ile ilgilenirler, bir etki alanı oluşturma gayreti içerisine girerler; ama her ne hikmetse misyonları ile alakalı konularda temsil ettikleri kitlelerin hak ve hukuklarını pek savunmazlar. Adeta birçok kurum ve kişi, seçildikleri veya atandıkları görev hariç, her işe koşuşturma ile memur kılınmışlar gibi tabloya şahit olmaktayız. Havada uçan kuştan, denizde yüzen balığa kadar, her konuda görüş belirtir ve bu konularda efor sarf ederler. Özellikle bazı barolar, odalar ve sendikalar, adeta İslami değerlerle savaş üssü haline dönüştürülmüştür. İslami ve dini değerlerle alakalı her mevzuda bu güruhun tetikçilik yaptığını ibretle müşahede etmekteyiz.
Bu bağlamda olmak üzere; bazı belediyelerin ve belediye başkanlarının durumlarını ibretle izlemekteyiz. Belediye başkanının temel görevi belediyecilik işleri iken, bir de bakıyorsunuz ki neredeyse ilgilenmediği tek saha belediye hizmetleridir. Belediyeciliğin de hizmet değil, rant kısmı ile uğraşıyor. Sanki bu memleketin cumhurbaşkanıymış gibi ilginç pozlar, yandaşlardan ve harici odaklardan pompalanan, helyum gazını aratmayan bir gaz ile adeta havada uçan kimi şahıslar, her ne hikmetse bir belediye başkanı olduğunu hatırlamıyor ve asli işine dönmüyor. Heykel yapma ve İstanbul sözleşmesi gibi metinlere, kutsal, iman tazeleme metni muamelesi yapma, belediyeciliklerinin esasıdır.
Barolara baktığımızda, kanuni mecburiyetten ve yetersizlikten dolayı kendisine mahkûm olan on binlerce insanı temsil etmesi gerekirken, adeta toplumsal terör pratiğinin bir örneğini sergilemektedirler. Kanunda belirtilen görev tanımlaması çerçevesinde temsil ettiği kitlenin hak ve hukukunu savunmak yerine, onların gücünü suiistimal etmeyi tercih etmektedirler. Bir yandan kesilen ve kendilerine aktarılan aidatlar ve kanuni imtiyazlar ile semirirken, öte yandan toplumsal mühendislik faaliyetlerinin koçbaşı olarak görev yapmaktalar. Özellikle İslami konularda, çalınan hücum borusu ile beraber saldırıya geçen bu taifeye asli görevleri hatırlatılmalıdır. Çiftliğe çevrilen barolar asli misyonlarına döndürülmelidir.
Peki, sendikalara ve odalara ne demeli?
28 Şubat sürecinde çeteciliğin ve tetikçiliğin zirvesini yaşayan kimi sendikalar, kurdukları ağalık düzeni ile çalışanların sırtında baronlaşırken; emekçinin gerçekten hakkını savunmak yerine; iş, aş, emek edebiyatı yapmayı tercih ettiler. Özellikle bazı düşünce mensuplarının on yıllardır ele geçirdikleri ve yuvalandıkları bu yapılar, daima toplumsal değerler ile çatışmayı temel bir misyon olarak benimsediler.
Bazı eğitim sendikaları, eğitim işi ile uğraşmak ve eğitimcinin hakkını savunmak yerine; eşcinsellik, İstanbul sözleşmesi, andımız gibi konuları hayat memat meselesine dönüştürdüler. Bir yandan özgürlüğü savunduklarını iddia ederken öte yandan statüko ve yasakçı zihniyetin tüm argüman ve öğelerine sahip çıkmaktadırlar. Hatta ahmaklıkta adeta sarhoş olmuş bu iflah olmaz taife, andımız konusundaki karara rağmen, bazı özel okullarda hala aynı uygulamaya devam için baskı uygulamaktadır. Toplumun büyük bir kısmını rahatsız eden ifadeler içeren, faşizmin zirve yaptığı yıllarda dünyaya hakim olan siyasi ve fikri havanın etkisi ile hazırlanan bir metnin, günümüz dünyasında savunulmasının bir anlamı var mı? Faşizmin egemen olduğu bir dünyada ulus toplum oluşturma saikinin ön plana çıktığı ve özellikle Amerika’da dışarıdan gelen göçmenlere okutulan metnin kötü bir kopyasını, adeta iman edilmiş kutsal bir metin gibi yüceltmenin manası var mı?
Hele ki bir Tabipler Birliği var ki, tıp ve tabiplik dışında her şey ile ilgileniyor. Nerede bir toplumsal mühendislik uygulaması varsa orada Tabipler Birliği var. Acaba kaç doktor bunların iflah olmaz strateji ve misyonlarından razı? Kanuni zorunluluk haricinde bunlar acaba ne kadarlık bir kitleyi temsil ediyorlar?
Amaçları dışına çıkmış olan kurumların saltanatına, düzenine son verilmelidir. Bu konuda gereken yasal adımlar atılmalı ve herkese tercih ettiği ve kendisini temsil ettiğine inandığı sivil toplum kuruluşuna üyelik ve o kuruma da temsiliyet hakkı tanımalıdır.
“Kahrolsun faşizm, kahrolsun feodalizm” deyip de en büyük faşizm örneklerini sergileyen, sivil toplum kuruluşlarını feodalizmin şatolarına çeviren kan emicilere fırsat verilmemelidir.
Özellikle kanundan kaynaklanan yetkilerini suiistimal edip, kendi asli misyonları yerine bu maske ile değerlerimizle savaşan sahtekârlara fırsat verilmemelidir.