Üzerinde yatak olmayan paslı bir ranzada, üstleri kanlı, yara bere içinde bir kaç çocuk.

Anneleri, babaları, ablaları, dedeleri, hiçbir yakınları yok yanlarında.

Kim bilir hangi enkazın altında kaldılar, hangi bombanın kurbanı oldular.

Yüzlerinde gözyaşlarından yol yol izler olan çocuklardan

Sekiz ya da dokuz yaşlarında olanı ağlayarak, doktorlara soruyor;

Hayatta kalabilecek miyim abi?

Hayatta kalabilecek miyim abla?

Hangimizin çocuğu bizlere bu soruyu sordu?

Hangimiz böyle bir soruya muhatap olduk?

En kallavi derdimiz, en kallavi korkumuz ne oldu?

Hafiften ateşlenen çocuklarımızı, koşarcasına doktora yetiştirmek.

Ateş kırk dereceye yetişirse, çocuk havale geçirir korkusu…

Sahi Filistinli annelerin ateş ölçeri var mıydı?

Onların da evlerimizdeki gibi ecza dolapları var mıydı?

Hali hazırda doktorları, hastaneleri, arabaları var mıydı?

Akşam kapıyı çalan babaları var mıydı?

Filistin'de çocuk olmak diye bir şey var mıydı?

Bu kadar kanın içinde, bombaların altında, sevdiklerinin ölümüne şahit olup, çocuk kalmak imkânsız değil midir?

Filistinli çocuklar da çocuk olmak isterlerdi. Masallar ve ninniler dinlemek, annelerine sarılıp uyumak isterlerdi.

Filistinli çocuklar hasrettir anne kokusuna, onların payına düşen barut ve kan kokusudur.

Anneleri onlara masallar anlatırken, tam masalın ortasında Filistinli çocuk; ‘Anne çocukları küçük mermilerle mi öldürüyorlar?’ diye sorar.

Onun oyunu misket bombaları artıkları ile misket oynamaktır.

Biz çocuklarımızla, terasta, sıcak döşeklerimize sırtımızı koyup, gökyüzünde yıldızların kayışını izlerken, Filistinli çocuklar naylon barakasının mermi delikleriyle açılan deliklerinden korku dolu gözlerle sicim gibi yağan füzeleri izlerler.

Filistinli çocukların odaları, ders çalışma masaları, özel ders veren hocaları, kışın giyecek montları, onlara ninni söyleyecek neneleri, ellerinden tutup okula götürecek dedeleri yoktur.

Filistinliler öyle çok uzun yaşayamazlar ya anne karnında, ya çocukken ya da gençliklerinin baharında kahpe siyonist bombasıyla cennete uçarlar.

Filistinli Çocuk;

Affetmeyeceksin bizi biliyorum…

Kalbinin derinliklerinden gelen bir isyanın sesiyle bizlerden şikâyetçi olacaksın.

Haklısın Filistinli çocuk,

Duyarsız kaldık çağrılarınıza.

Kulaklarımızı tıkadık feryatlarınıza.

Rahat koltuklarımızda, kahvelerimizi yudumlarken, Hollywood filmi izler gibi, lego parçaları gibi dağılan bedenlerinizi izledik.

Daralan göğsümüzü, 'Sırası mıydı şimdi, şartlar olgunlaşmadan yapılır mı' diyerek genişlettik.

Bakmayın siz bizim korkaklığımıza, bizlere kalsa şartlar hiçbir zaman olgunlaşmayacaktı.

Aslında biz sizin şanlı direnişinize taraf olmaya layık değildik Filistinli çocuk.

Mücadelesini ettiğiniz, tertemiz, kutsal davanın bizim gibi kirlenmiş, kararmış kalplere ihtiyacı yoktu.

En iyilerimiz layıktı bu şerefe, biz iyilerden değildik.

Biz Calut'a karşı ordu toplayan Talut'un, ordusunun samimiyetini ölçmek için, nehirden geçerken susayan askerlerine; ‘Bu nehirden su içmeyin’ emrine karşı gelip su içip, ordudan ayrılan samimiyetsiz askerler gibiyiz.

Calut'un kalabalık ordusunu görünce, bu kalabalık ve güçlü orduya karşı savaşamayız deyip, Talut'un ordusundan firar eden korkaklar gibiyiz.

Günün sonunda Talut ve yanındaki bir avuç inanmış adam kazanmıştı.

Biz kaybettik Filistinli çocuk, siz kazandınız.

Salamızı El-Ömeri camisinin yıkılan minaresinden okuyun,

El Ahl-i Hastanesinin enkazında, ölü çocuk bedenleri arasında gıyaben cenaze namazımızı kılın.

Ölü kalplerimiz için!

EBUBEKİR ATASOY