1970'li yılların sonlarında Meteoroloji Bakanı olan bir devlet büyüğümüz, seçim bölgesine ziyarete gittiği zaman, seçmenin kendisine 'ağam sen ne bakanısın sorusuna 'Meteoroloji' kelimesini telaffuz edemeyince, hava cıva bakanıyım diye cevap vermişti.

Şehrimizde yaklaşık altı aydır yağmur yağmamaktadır. Balkonunda küçük bir saksıya, 1 liralık maydanoz tohumu alıp, altı ay pazara maydanoz parası vermem hayaliyle eken Ayşe teyze de karşı binada yaklaşık bin dönüm mısır eken Mehmet amca da yan tarafımdaki bahçemde dikili olan, adına Atatürk çiçeği denilen ağaç hariç, diğer ağaçlarım da yağmuru hasret ve özlemle bekliyor.

Geçtiğimiz Haziran ayında, tahminimce 19. asrın sonlarında doğmuş, ölmüş ama gömülmeye unutulmuş, sinekkaydı tıraşlı, takım elbise ve fötr şapkalı bir ihtiyar hiddetli bir ses tonuyla; bu bahçede duran, atamın en sevdiği ağaç kurumaya yüz tutmuş, neden sulamıyorsun diye beni azarlamıştı. İhtiyar Atatürk çiçeği diye isimlendirdiği, pek de bana sevimli gelmeyen ağacı her pazartesi günü akşam ezanına kırk beş dakika kala, elinde 5 litrelik pet bir damacanayla gelip sular, tuhaf ritüeller yapar, yüzünü Ankara yoluna döner, tam bir dakika saygı duruşunda bulunur, eğilerek selam verir, arkasını dönmeden geri geri manevra yapıp uzaklaşırdı.

Geçen kışta tek teli yanan küçük sobama sarılıp ısınırken, dışarıdan kaba ve sert bir sesin bana seslenmesiyle irkilmiştim. Alelacele dışarı çıkmış, karşımda meşhur Çukurova şalvarı ve sivri burun, ökçeli kundura giymiş olan, yüzünde birkaç günlük sakal bulunan adam; birader yere paran düşmüş, alsana demişti. Para sözünü duyunca oldukça heyecanlanmış, yerdeki paraya gözümü indirdiğim ana kadar, onlarca hayal kurmuş, 25 kuruşu görünce beni rahatımdan eden adama oldukça öfkelenip; hepsi 25 kuruş, dükkânı süpürünce alırım demiştim. Öfkeli adam; mevzu 25 kuruş değil, atamızın resmi yerlerde geziyor deyince, pardon deyip parayı yerden almıştım.

Bir aydır hava cıva müdürlüğü şehrimize yağmur yağacağını söylüyor. Bugün de kamp sandalyemi aldım, dükkânın önüne koydum. Sandalyeme gömülüyorum, kömürde demlenen çayımdan bir yudum alıp, kararmaya başlayan gökyüzünü seyre dalıyorum.

Önce kuvvetli bir fırtına başlıyor, içini toprakla doldurup, minyatür ağaç ektiğim, yaklaşık bir metre uzunluğunda olan kütüklerim fırtınanın etkisiyle devrilip yolda sürüklenip gidiyor. Hemen koşup işyeri darabasını yarıya kadar indiriyorum. Balkonlarda serili çamaşırlar, deli bir uçurtma gibi havada uçuşuyor. Kutsal ağacını sulamak ve haftalık ritüellerini yapmak için, eline beş litrelik damacanayla gelen fötr şapkalı ihtiyarın ayin saati yaklaşıyor.

Gelir mi bugün diye düşünüyorum, bir deri ve iskeletten ibaret kalmış ihtiyar, kaldırıma çıktığı an, fırtınanın şiddetiyle kendisini on kilometre aşağımızda bulunan Akdeniz’in serin sularında bulur diyerek, gülümsüyorum.

Az sonra farları açık, beyaz bir Fort Connect araba bahçeye yanaştı. Arabanın şoför kapısında özel bir yaşlı bakım evinin reklamı yazıyor. Arabadan yaşlı bakım evinde görevli bir bayan ve erkek iniyor. Arka kapıyı açıyorlar. Arabadan önce fötr şapkası, sonra ihtiyar iniyor. Bahçe kapısını açıyorlar. İhtiyar bayanın elindeki damacanayı alıp, ağacın dibine döküyor, ellerini açıp ritüellerini huşuyla yapmaya başlıyor.

En son sesli bir şekilde, “Atam senin kurduğun Cumhuriyette, çağdaş insan olarak yaşamak, senle doğup, senle büyümek, senle yaşlanmak, senle ölmek en büyük şereftir” sözleriyle ayini bitiriyor. İhtiyar araca doğru yönelirken, aracın arkasına şekilli ve dikkat çeken harflerle süslenmiş adına Ana Kucağı dedikleri bir kreş aracı yanaşıyor. Kaldırımda, gün boyu çalışmaktan yorulmuş, makyajları bozulmuş, içlerindeki mutsuzluk ve yılgınlık yüzlerine vurmuş anneler, anne sevgisinden yoksun büyüyen, kendileri gibi şimdiden yaşlanmış çocuklarını kucaklarına alıp uzaklaşıyorlar. Yağmur aniden şiddetleniyor, kreş ve yaşlı bakım evi servisleri ayrı yönlere giderken, arkalarından bakıyor ve mırıldanıyorum; çağdaş yaşam dedikleri, kreş ile başlayıp, yaşlı bakım evinde sonlanan mutsuz bir hayatmış.

EBUBEKİR ATASOY