Yürekler tanıdım, düğüne koşarcasına,

Günlerce yatmadan ellerini taşlara vurup teyemmüm eden,

“Hayrun nas, men yenfeûn-nas” şiarını düstur edinenleri.

Ahi Evran’ın, Yunus’un, Akşemseddin’in, Molla Gürani’nin, Ahmede Xani’nin, Selhaddin-i Eyyubi’nin torunlarının koşuşturmalarına tanık oldum,

Baba İshak’ın diyarında, umudu yeşertmek adına.

Habibi Neccar’ın, Sütçü İmam’ın, Şehit Kamil’in, Şeyh Sait’in torunlarına; umut olmak için.

İsarı ruhuna nakşetmiş nazenin Musablar, Hanzalalar, M. Atalar… Tanıdım.  Semsur dağının eteklerinde.

Bebesi olmak üzereyken eşini hastanede, oracıkta bırakıp,

Virane olmuş gönüllere dokunmak adına, ardına bakmadan koşan.

Piran’ın, Çabakçur’un, Amed’in, Gercüş’ün, Reha’nın uhuvvete âşık, nadide azizlerini seyrettim, buğulanan gözlerimle…

Umuda meftun yürekler, yetime uzanan eller, ebrarca mazlumlara ulaşmaya çalışanlar…

Tebessümle, usanmadan yükleri omuzlayan Hüseyin’e, Yasin’e, Aytaç’a, Riyad’a yoldaş; tohuma durmuş, filizlenmiş gencecik fidanlar tanıdım.

Doksanlı yıllardan beri eza ve cefalara göğüs germiş, zerre miskal muhabbetlerinden eksilmemiş, hakkaniyet aşığı; ağabeyler, amcalar gördüm.

Semsur’un, Kolık’ın Davut sesli, tebessüm yüzlü kalenderi, Mehmet Yavuz hocam; bak, yarenlerin gelmiş.

Tarumar olmuş memleketinin yaralarını sarmak için.

Beli bükülmüş, elindeki bastonuyla yola koyulmuş heyecanla TIR’a yetiştirmeye çalışıyor;  yorganını, battaniyesini… Ayakları öpülesi nineler.

Çeyizi için hazırladığı yemenisini, patiğini…  Gönderiyordu ya! Fatmalar, Zeynepler, Ümmü Gülsümler…

Bir zincirin halkaları gibi kenetlenmişti Mezopotamya’nın, Anadolu’nun kadirşinas evlatları.

Birden dalıyordu gözlerim, Yesrib’te ensar-muhacir kardeşliğindeki günlere.

Ardından Allahuekber nidasına tahammülleri olmayan; katranlaşmış kalpli, beyinleri yosun tutmuş, mangalda kül bırakmayan sözde insan hakları savunucularının çığırtkanlıklarını duyar olurum.

Sahi ya! Lafa gelince, tatlısı kurnazlığıyla ortalıklarda nara atanlar, devrimci takılan entel magandalar, çıksanıza meydanlara; şatafatlı meskenlerinizden, kalkın artık ısındığınız o şöminenin önünden, yetmedi mi ısındığınız?

Şu zemheri şubat soğuğunda tir tir titreyen minnacık bebekleri görmez mi gözleriniz, yürekleri dağlayan ağlaşmaları duymaz mı kulaklarınız?

Oysaki ibretler çıkarmalısınız, gıpta ile bakmalı,

 Halkına hami olan umut sevdalısı bu yüreklere…

Yapmayın artık, yazık etmeyin kendinize, vazgeçin ettiğiniz bühtanlardan.

Bırakın acıma edebiyatıyla laf ebeliği yapmayı, varsa içinizde insan sevgisi, amelle süslendirin onu.

Acımayı Zülcelâl’e bırakın, “Estağfurullah” deyin.

Rahmet kapıları açıktır sonuna dek her zaman.

Sarılın Kur’an’a, sığının İslam’a, kulak verin Muhammed’in muştusuna.

ABDULLAH SEREKANİYE