Asilerin serkeşliği vardı her zerresinde toprağın. Yer, kaynayan bir kazan gibi fokurduyor; taş, çakıl, toprak; her şey ama her şey, cezbeye tutulmuş gibi titriyordu. Toprağın derinliklerinden, insanın tüm cesaretini emen,  damarlarını çekip koparan ve yaklaştıkça yaklaşan bir uğultu, bir ulumaydı duyulan. Dağlar, vadiler, sonra görkemli Fırat, en nazik yerinden vurulmuşçasına bağırıyordu. Az sonra yer parça parça kopacak ve bilinmedik karanlıklara savrulacaktı elbet.

 

Soner ile Bülent de sarsıntıyı hissettikleri gibi, can havliyle kendilerini odadan dışarı atmışlardı. Koridorlarda çarpışıp kapılarda sıkıştıkları anlarının, kaç yerde düşüp kaç şeye çarptıklarının hiç birini hatırlamıyorlardı. Yerin derinliklerinden gelen, her şeyi unutturup yüreği yerinden oynatan ve bütün dillere tercümesi “kaçın, kaçın!” olan o sesin komutuna, görülmedik bir refleksle uymuşlardı sadece.  Dibinde deliksiz uykular uyudukları duvarlar nasıl da değişmişti! Oda, canavar ağzı; duvarların her biri, onları ezecek canavarın öğütücü dişleri olmuştu bir anda. Evet, bir bunları hatırlıyorlardı. Kaçıştıkları uzun koridor boyunca, iki yanlarındaki duvarlarda gördükleri, kalkıp oturan dev öğütücü dişlerdi. Soner, kendini dışarı atana kadar da koridorun gerilerinden onu yutağın karanlık uçurumuna atmak için ona doğru uzanan yapışkan, uzun bir dil hissetmişti hep.

 

Biraz sonra erkek yurdunun ön bahçesi, panik halindeki öğrencilerle dolmuştu. Soner korkunun ilk şokunu atlattıktan sonra kalabalık arasında Bülent’i aradı ama bulamadı. Herhangi bir yıkım söz konusu olmadığı için de doğrusu, onun için fazla endişelenmemişti. Nasıl olsa odadan birlikte kaçtıklarını iyi hatırlıyordu. Tenha bir yere çekilmiş olabileceğini düşündü. Tabi, bu arada ona biraz da içerlenmişti; işte, kendisi onu merak edip aradığı halde, bu zor günde bile Bülent onu umursamamıştı.

 

Öğrenciler, muhtemel artçı depremlerle bir yıkım olabilir endişesiyle, yurt binasından olabildiğince uzakta durmaya çalışıyorlardı. Ne var ki diğer tarafta da yönetim binası vardı. öğrencilerin o akşam karanlığında, korku biliminin ölçütleriyle iki bina arasında durdukları yer, her türlü mesafe ölçüm tekniğine taş çıkartacak cinstendi. İki uzun bina boyunca uzanan bahçenin tam ortasında, binalara paralel bir insan cetveli oluşturmuşlardı.

 

Ortalık tam bir ana baba günüydü. Ağlayan mı dersin, sayıklayan mı dersin, fenalık geçiren mi… Ya ilk sarsıntıyla Allah deyip sonra, bunu bildiği bütün tövbe anlamlı sözcüklerle sürdürenlerin manzarası… Biraz sonra, bu tabloya elektriğin azizliği de eklenince, zavallıların acz sahnesinin dekoru, kapkara kesildi. Simsiyah fistanını giyen gece: “Yeter! Sesinizi de kesin şimdi.” dediği zaman, bağrışmalar birden kesildi. Öğrenciler, hava gibi aralarındaki boşluklara kadar sızan bu kara mahluktan korkmuş, birbirlerine iyice sokulmuşlardı. Korku anında birbirinin boynuna binecek kadar sokuşan koyunlar gibiydiler şimdi. Uzaktan, bu anne kuzularının manzarasını gören; onlara, sonra onların şahsında kendine karşı garip bir  duyguya kapılırdı: Meğer ne kadar zavallıymışız! Şimdi yurt bahçesinde sadece belli belirsiz silüetlerdi görülen ve çok derinlerden gelen bir uğultuydu duyulan.

 

Deprem, karanlık ve uğultu... Şehrin dışında, bu yurt bahçesinde kesişen bu üç etmen, trajik tiyatronun temasını daha da okunur kılıyordu. Evet, oyuncuların kahir ekseriyeti almaları gereken mesajı almıştı. Bu yüzden sahne tekrar aydınlatıldı. Elektrikler gelmiş, deprem durmuş, canavar da gitmişti. Yüzlerdeki korku, güneşin doğuşuyla perde perde uzaklaşan karanlıklar gibi uzaklaştı. Demek, dünyanın sonu değilmiş, hele şükür! Kötü bir rüyadan kalkan insanın “Oh be, meğerse rüyaymış!” aşikâr sevinci vardı herkesin yüzünde. Biraz da su bulup içtiler mi, korkunun son alameti olan ağızlarındaki o yapışkan kuruluk da geçecek, her şey normal haline dönecekti.  

 

Herkes yurda bakıyor ama kimse girmeye cesaret edemiyordu. Diğer taraftan, sabaha kadar da böyle bekleyecek değillerdi. Depremin üzerinden, herhalde, bir saate yakın bir zaman geçmişti. Öğrenciler yavaş yavaş kapıya yöneldiler. Depremin o korkunç yüzüne ek, kısa süreliğine de olsa binanın insanlardan tamamen boş kalması, koridorları yabanıl bir havaya bürümüştü. İnsan olmayınca ünsiyet de göçüp gitmişti. Firavun piramitlerinin esrarengiz dehlizlerinden kalkan hortlaklar, koridorların kuytu yerlerinde sipere yatmışlardı sanki.

 

İçeride, kalplerdeki korkuyu doğrulayacak bir şey gözükmüyordu. Öğrenciler içeri girdiler; yurdun odalarına, katlarına dağılacaklardı ki karşıdan, banyo kabinlerinin bulunduğu koridor sonlarından gelen bir sesle irkilip durdular. Onlara doğru bir şey geliyordu. Gözler oraya dikildi, nefesler tutuldu; korku, göz memleketine dönüp tekrar tahtına kuruldu. Yurttaki canavar dışarı çıkıyor olmalıydı. Tüylü, dev bir mahluk ya da dumansı, ruh gibi bir şeyin çıkması mukadderdi artık. Ses yaklaştıkça kalpler daha bir küt küttü. Ama hayır; çıkan, ete kemiğe bürülü onlar gibi biriydi: Yurdun en süksesi, her yerde olanı, Bülent!

 

Bülent, kurulanmadan banyodan çıkmıştı; saçları ıslak, elbiseleri yapış yapıştı. O; yurdun keyif ve zevkine en düşkünü, ahlak ilkeleri şöyle dursun, edep ölçülerini de en çok aşanıydı.  Nerede zevk u sefa, orada Bülent; nerede şamata, seviyesiz şaka, meclisin başında yine Bülent. Hatta bir gün, onun yan oda komşusu Ferit, ona dinden edepten bahseder gibi olmuştu da bin pişman olmuştu. Bülent ona, daha cümlesini bitirmeye fırsat vermeden: “Dostum, niye çeneni yoruyorsun. Ben kararımı verdim, cehenneme gideceğim; çünkü tüm güzeller orada.” demişti. İşte, Bülent’i çevreleyen çerçeve: Ben cehenneme gideceğim, çünkü tüm güzeller orada!

 

Bülent, cevap bekleyen şaşkın bakışlar arasında odasına girdi. Herkes, onun arkasından bakakalmıştı. İlk şaşkınlığını üzerinden atan, Bülent’in oda arkadaşı Soner oldu. Soner saldırırcasına odaya daldı. Dışarıdakiler, kulak kabartmış dinliyorlardı:

_Oğlum canına mı susamıştın! Banyonun sırası mıydı?

Bülent, hiçbir şey demeden, dolaptan aldığı havluyla saçını kurutmaya çalışıyordu sadece.   

_Ulan, birlikte kaçtık, çok temiz! Tuvalettekiler bile donlarını çekmeden dışarı kaçarken sana ne oldu da kirin, pasın aklına geldi. Bilmeyen de… Lan, sen bir banyoyla yarıyılı geçirmiyor muydun?

Odanın mahremiyeti dışarı sızmasın diye kapı kapanınca Soner'in sesi de bir mırıltı şeklini aldı. Bunun üzerine kalabalık, odalara dağılmaya başladı. Ama nedense bugün hepsinin yolu Bülentgillerin kapısının önünden geçiyordu.

 

Yurtta, Bülent’i harikulade(!) vasıflarıyla bilmeyen, tanımayan yoktu. Bu yüzden herkes hayretlerdeydi ama duvar komşuları Ferit’in hayreti öyle böyle değildi. Ağzı açık, nutku kesik bir şekilde koridorun ortasında kalakalmıştı. Daha bir hafta önce “Ben cehenneme gideceğim, tüm güzeller orada.” diyen Bülent'in kendisi değil miydi!

 

Ferit, koridorun orta yerinde bir başına kaldığını görüp kendine gelince o da hareketlendi. Komşularının kapısının önüne geldiğinde, genel geçer bütün adetleri bir kenara attı, kapıya iyice yaklaştı ve durup basbayağı, odayı dinledi. O, Bülent’le aralarında geçen o limoni hadisenin, kendisine bu hakkı fazlasıyla verdiğini düşünüyordu. İçerdeki sesler netti:

_Sana diyorum, lak lak! Ne o, şimdi de başımıza düşünür mü kesildin! Oğlum beni öldürecek misin, cevap versene!

Bülent’in sesi nihayet duyuldu, tane tane konuşuyordu; onun o cırtlak sesinden eser kalmamıştı. Can ve ruh kazanmış kelimeler, adeta doğa ötesi bir yerden geliyordu.

_O’na gidiyorduk, dedi ve sustu.

Ardından:

_Banyo yapmak zorundaydım, o halimle karşısına nasıl çıkardım, dedi.

Soner bir şey anlamamıştı, kekeledi, kelimeleri birbirine bindirdi:

_ Kiki kimin karşısı; kim zorladı?

Bülent, hiç beklenmedik bir şekilde parladı:

_ Kimin yanına olacak sersem!

 

Bülent, cümlesini daha bitirmeden yumuşamıştı bile. O, Soner’in arkadaşıydı; onu tanıyor, onu anlıyordu. Ona haksızlık yaptığını düşündü; zira Soner, deprem öncesi kendisinin ta kendisiydi. Dolayısıyla yanlışını hemen fark etmiş ama sinirin verdiği hızla konuştuğundan cümlenin bir yerinde de duramamıştı. Buna rağmen “sersem” kelimesini “dostum” yumuşaklığında çıkarmaya muvaffak olabilmişti. Şimdi Soner’e özür dilercesine bakıyordu.

_ Depremi, ölümü, her şeyi unutmuştum. Hiçbiri umurumda değildi ama ya sonrası?

 

 Soner afallamıştı. Bülent miydi bunları söyleyen! Bir an için rüyada olduğunu düşündü. Sonra, Bülent’in psikolojisini de hesaba katarak ona usulca sokuldu, perişan bir halde ve adeta yalvarırcasına:

_Ne diyorsun oğlum, aklın başında mı senin Bilo?

Bülent, yarı ıslak elbiseleriyle yatağına oturdu; karşıda, elektrik düğmesinin orasında, bakışları tekrar kilitlendi. Hep o aynı büyülü tını vardı sesinde:

_ O anda tek endişem temiz olmaktı, sadece temiz…

 

Soner, yakından tanıdığı Bülent’in; bağrı yanık annelerin bile ciğerparelerini unutabileceği bu firar gününde, akıl ve mantıkla izah edilemeyecek şekilde kaçmayıp banyoya iltica etmiş olmasının düşünce anaforlarını yaşıyordu. Sonra, onun şu anda, bir bedenden daha ziyade, bir ruh gibi karşısında duruşu, sesinin tınısı ve o gidip gelip hep temize vurgular yapması… Bütün bunlar, Soner’de düşünce sancılarını başlatmış onu derin bir suskunluğa gömmüştü. Uzun süre odadan hiç ses çıkmadı. Soner’in, korkunç depremden sarsılmadığı kadar Bülent’in depreminden sarsıldığı kesindi. Kapının diğer tarafında bütün antenleri açmış olan Ferit, onun sadece çatallaşmış sesiyle: “Temiz ha!” diyebildiğini duydu.

_ Anladım ki… Anladımki bir gün hepimiz, çok temiz olmak isteyeceğiz, hem de çok temiz! Şimdi, senden beni rahat bırakmanı isteyeceğim; benim depremim devam ediyor, konuşacak halde değilim.

 

Sesler yine kesildi. Ferit, ancak Sırat Köprüsünün önünde dinlenebilecek ölüm ötesi bu gizemli sohbetin uzayıp gitmesini ne kadar da istiyordu. Ama bir süre beklemesine rağmen artık içerden ses gelmiyordu. Gitmek için davranıyordu ki bir anda kendini Soner’le burun buruna buldu. Her kapı dinleme vakasında olabilecek yol kazası, onu da bulmuştu: Ferit suçüstü yakalanmıştı.

 

Ferit, güya oraya yeni gelmiş de kapıyı çalacakmış gibi davranmaya kalktıysa da öyle ani yakalanmıştı ki yaptığı rol hiç inandırıcı olmamıştı. Bu defa, durumu kurtarmak için bir şeyler söylemeyi denedi ama bir iki kem kümden öte, kısa bir cümlecik bile derleyemedi. Yapacak bir şey yoktu, mecburen yelkenleri suya indirip mahcup bir şekilde usulca başını eğdi. Durum, içilir yutulur cinsten değildi. O, çok şey bekliyordu ve olacak her şeyi de sineye çekecekti. Ama garip bir şekilde hiçbir şey olmadı. Soner, sadece ona aval aval baktı ve hafiften sürtünerekten yanından geçip gitti. Ferit şaştı, dönüp Soner’in gittiği tarafa baktı. Soner, adeta bir uyurgezer olmuş; körebe oyununda, gözü bağlanmış ebe nasıl korkuyla karışık temkinli adımlarla yol alıyorsa; o da öylece yürüyor, canavarın geldiği yere doğru gidiyordu.

 

Ana depremin artçı depremleri yerin altında değil üstünde oluyor, domino taşları birbirlerini devirmeye devam ediyordu. Ferit, ikinci defa koridorda mıhlanıp kalmıştı. Bugün üst üste depremler yaşıyordu O.

Yurt, dar gelmeye başladı kendisine, dışarı çıkması gerektiğini anladı. Kendine gelmek için yüzünü ovalaya ovalaya dış kapıya yöneldi. Bugün olanları, duyduklarını unutması mümkün değildi.

 Kapı eşiğinde, dışarının temiz havasını ciğerlerine çektikten sonra yurdun kuzeyindeki çamlık zirveye tırmanmak için dış bahçeyi çevreleyen tellere doğru yürüdü. Gece karanlıktı ama olsun. Tel örgünün altından eğilerek diğer tarafa geçti ve yokuşu tırmanmaya başladı. Söyleniyordu:

 _Temiz…

İki adım attı:

_Çok temiz…

Birden yüzü bir gülümsemeyle aydınlandı, “Gözünü sevdiğim deprem, gözünü!” dedi. biraz sonra yine temizli nakaratlardaydı.

_Hepimiz temiz, çok temiz…

İki üç adımda bir, Bülent’ten mülhem sözcükler terennüm ediyordu:

_Özde temiz, sözde temiz…

 

On beş dakika sonra, dibinde arkadaşlarla çekirdek çitlettiği sarıçamın orasına çıkmıştı. Gidip âdeti olduğu üzere ağaca yaslandı. Yurt, şehir, nehir hepsi çok aşağılardaydı artık. Derin bir nefes aldı, öyle ki göğüs kafesi dolunca sırtı dikleşti, boyu belirgin bir şekilde uzadı. Nefesini bir an tuttuktan sonra hepsini birden dışarı saldı, ummadığı kadar rahatlamıştı. Bu hoşuna gitmişti, tekrar aynı nefes egzersizini yaptı; şimdi, epey rahatlamıştı. Bülent’i düşünüyordu... Cehennemden nasıl hemen öyle çark etmişti. "Boş meydanın pehlivanı olmak kolay." diye mırıldandı.

 

Sarıçamın bulunduğu bir iki oda genişliğindeki düzlük, önce dört beş metre dik bir uçurum yapıyor sonra aşağıya, şehre kadar, kilometrelerce iniyordu. Ferit, doğrularak ağaçtan ayrıldı; uçurumun başına doğru yürüdü. Sol tarafta, yamacın eteklerindeki köy, karanlığa gömülmüştü.  Köyden belli belirsiz kadın çığlıkları, çocuk ağlamaları duyuluyordu. Bir ambulans, şehirden köye doğru tüm hızıyla koptu.

 

Ferit, şimdi uçurumun tam başındaydı. Biraz durup aşağının panoramasına baktı... Aşağıda engin bir karanlık vardı. Ne yaptığını o da tam olarak bilmiyordu. İki elini kaldırdı, tüm nefesini topladı.  Ellerini ağzının etrafında hoparlör gibi yaptı, sonra aşağıdaki her şeye, tüm avazıyla bağırdı:

 

_ Temiiiiiiiiiiiz!

 

Sarıçamın yüksek dallarında, güçlü iki üç kanat darbesinden sonra bir kartal havalandı. Küçük bir kuş, feryat figan çığlıklarla uçup uzaklara kaçtı. Gece karanlıktı, gece serin…  Ses o yükseklerden, aşağılara doğru ilahi bir nida gibi halka halka yayıldı:

 

 _ Temiiiiiiiiz, Temiiiiiiiiz…

 

Ferit irkildi, bir ürperme dalgası vücudunu boydan boya geçti; korkmuştu. Bu arada ses, taaa görkemli Fırat'a kadar inmiş, ona kardeş olmuş, yamaçlarında yankılana yankılana vadi boyu yürüyordu:

 

 _ Temiiiiiiiz, temiiiiiiiiz, temiiiiiiiiz…

 

 

SAİT BURAK