Bismillahirrahmanirrahim.
Her şeyin genetiğinin değiştirildiği bir çağda taze ve katışıksız olanı arıyor gözlerimiz. Yapaylığın bu derece nüfuzunu arttırdığı devrimizde, bu sebeple halis muhlis denilene rağbet ederiz. Bu, insanî ilişkilerde de böyledir, işlerimizde de, gayelerimizde de… Bu sebeple irdelememiz gereken bir mesele ortaya çıkar: İhlas…
Nedir ihlas?
Kişinin samimi, içten, katışıksız bir niyetle, sırf Allah rızasıyla hareket etmeyi icab ettiren fıtrî halidir. İyiliğin membaı ihsan ve Allah’la kurduğumuz bağın en kavisi olan iman ile büyük bir ilişkisi vardır. Bu sebeple “ihlas eşittir iman” dense yeridir. İhlas, Allah’ın kişiyi gördüğünün bilinciyle, Allah’ı görüyormuşçasına hareket etmenin yansımasıdır. Ashab-ı kiramla aynı kitabı okumamıza ve onların bizden sayıca daha az olmasına rağmen imanın kalplerine, onların da dünyaya nüfuzları daha büyüktü. Çünkü onlar, fena fil resul, fena fid-dava olabilmiş ve davalarına sadakatleri Kur’anca tasdiklenmiş erlerdi. Çünkü onlar, emredildiği için ihlaslı, emredildikleri gibi hareket ettikleri için de sadakat ehli olabilmiş samimi kullardı.
Ve ihlas, Allah’la kulu arasında olan, içine meleğin, şeytanın, hatta kişinin benliğinin de giremediği özel bir alandır. Zira melek bilmez ki yazsın, şeytan bilmez ki bozsun, nefis görmez ki şımarsın. Bu sebeple girift bir bilmecedir ihlas. Çünkü kişinin ihlaslı olduğunu iddia etmesi, ihlasının yokluğuna; ihlassız oluşuna kanaat etmesi de, ihlasının kuvvetine dalalet edebilir.
Manileri de çoktur ihlasın. İnsanın şevki paraya veya beğenilmeye dönük olursa ihlası söner. Allah’ın verdiğinden fazlasını kanaatsizce umuyor, insanların övgüsünden çokça hoşlanıyor, kınayıcıların da kınamasından korkuyorsa, orada ihlastan söz etmek zordur. Çünkü kişi gayretini Allah’ın muradına örtüştürmeye çalışırsa ihlasa ulaşır belki lakin “Ben yaptım” hissine erişirse kibre bulaşır. Hem kazanımları yok eder, hem küçük ve süfli hissiyata kişiyi bağımlı kılar, hem cüzi bir miktar karşılığı hakikatten vazgeçirir, hem kardeşlerinin hakkına da tecavüz ettirir. Kibre bulaşanların halini merak eden, Necip Fazıl da bu veciz ifadesiyle şerh edilmiş Karun’un sonuna bakabilir:
“Kudret O'nun, gayrında ne mecal var ne tüvan,
Âlim ilmine yansın, pazusuna pehlivan.”
İhlas, bu denli görünmez bir kuvvet ve yokluğu bu denli hasarete sebepken, onu kazanmanın gayretine, kaybetmenin telaşına giren kalplere bir rehber gereklidir. Bu yazımızda biz, Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin ihlası konu edinen 21. Lem’a, yani İhlas Risalesi eserinden istifade etmeye gayret edeceğiz. Eserden daha fazla istifade etmek için Mehmet Yıldız’ın serisini dinledim, tavsiye ederim.
Allah, Üstad Bediüzzaman Said Nursi’den ve talebelerinden ebeden razı olsun. İki talebesinin aralarında çok küçük denecek derecede gözüken bir meselenin ihlası zedeleyecek denli büyük bir yıkıma sebep olabileceğinden hareketle tavsiye ve ikazlarda bulunmuş. Büyük bir umur-u hayriyede yaşanabilecek muzır manileri ve onlardan kurtulma adına yapılması gerekenleri barındıran İhlas Risalesi’ni yazmış. Çünkü imkânların bu denli artıp da tesirin bu derece azaldığı bu çağda ıskaladığımız en büyük hakikatin ihlas ve samimiyet olduğunu görmüş. Ve ihlasın, kalbe girdikten sonra değişmeyen bir haslet değil, hidayet gibi her an gerekli olan, varlığı ve temizliği sorgulanması ve berdevam olması gerekli bir hal olduğunu hakkel yakin görmüş. Bu sebeple İhlas Risalesi, Üstad’a göre ihlası diri tutmak adına laakal her 15 günde okunması gereken bir eserdir.
Unutmamalı ki bir şeyi bilmek, (bizim gibi haddimiz olmayarak) hakkında bir şeyler karalamak; onun bilincinde oluşa delalet değildir. Aksine kişiyi tehlikeye atan bir şeydir. Zira yüklenen, zayıf, aciz ve dünyanın binbir endişesi içinde yaşayan bir insandır. Ama omuzlarına hizmet-i Kur’aniyye gibi büyük bir görev yüklenenleri, bu zayıflığa rağmen kurtaracak olan habl-ul metin de ihlastır. Çünkü ihlas en mühim esas, en büyük kuvvet, en makbul şefaatçi, en metin dayanak noktası, en kısa hakikat yolu, en makbul manevi dua, maksadımıza en kerametli vesile, en yüksek bir haslet ve en safi bir ubudiyettir.
Bu sebeple Üstâd, “Bilirsiniz ve biliniz” diye başlıyor bu risaleye. Yani ilm-el yakin derecesinden, hakk-el yakin derecesine girmek adına çabaya girişmektir gaye. Neticede Hicr Suresi 40. Ayette şeytanın desiselerine muhatap olan insanoğlunun müstesna grubu olan muhlisinden olalım, ihlas-ı tâmmı kazanalım. Ve kaçınalım ihlası yıkacak şeylerden, yılandan akrepten kaçınır gibi. Zira Hz. Yusuf nefs-i emmareye itimat edilmemesi gerektiğini ve bundan korunmak adına Rabbimizin rahmetine sığınılması gerektiğini buyurur. İşte bu yolda Üstad, çeşitli düsturları önümüze seriyor. Allah nasip ederse gelecek yazımızda bunlardan bahsetmeye, esinlendiklerimizi aktarmaya çalışacağız.
Rabbim kitaptan ayırmasın!
Abdullah AYYILDIZ (Konuk Yazar)