Selamünaleyküm erenlere gönül verenleri sevenler…

Böylesi bir girizgâh, büyük bahtiyarlık olan irfan yolculuğunun bir yansımasıdır. Rabbimizin Tevbe Suresi 119. Ayetinde “sadıklarla beraber olun” emri, bizlere bu yolda atacağımız ilk adımı göstermesi açısından da önemlidir. Zira erenlerden olmak haddimiz olmasa da, onlara gönül vermeye hamurumuz yetmese de, en azından sevenleri olmaktan daha düşük bir dereceye de düşmemek gerek.

“Olmak” tabiri, bir kişinin pişmesi, olgunlaşması anlamına gelir. Kur’anî literatürde hidayet kelimesiyle tecessüm eden bu sürecin en mühim nişanesi, arayış sızısı olsa gerek. Hiç sormayanların mutlu, bulanların bahtiyar olduğu şu dünyada, bizlere de bulduğu cevabın hakkını verişi sürekli kılamayanlardan olmak düşüyor. Zira öylesi bir ruh hali ki gönül bırakmaz ki eşkıya, nefis bırakmaz ki evliya olalım. Evet, bir dilemmanın orta yerinde arayış… Zira kim olduğunu hatırlayamadığı için kendisi, nerden geldiğini unutamadığı için bir başkası olamayan adamın vicdanında eser bir fırtına: “sen bunun için yaratılmadın!”

İrfana-ihsana-ihlasa dair behresi olan, hikmete meftun, lügate aşina, malumatın dibini sıyırmaya teşne bir halimiz var. Her okuduğumuz kitap, her dinlediğimiz sohbet, her Allah dostuyla muhabbetimiz bizleri veli kul ederken; her düştüğümüz tenhalık, her nefis ayartışında tav oluş, aynı bizi eşkıya edecek denli su mizaçlı yapmaya muktedir. Oysa hakikatin malumatı da var dimağımızda, destekleyecek ayet ve hadisler, vecizeler de sıralanır dilimizden. Fakat “olmak” farklı bir şey…

Bilgince konuşmak, kurtuluşun çaresi değil; zira “söz ehli olanlar fazla övünmesinler, irfan ehli olanın ağzını bıçak açmaz” sözü haddimizi bildirmeye yeter. Böylesi bir durumda bir handikapa sürüklenir benlik. Bir başkasına nasihat etmenin müthiş keyfi mi, kendine söz dinletebilmenin muazzam ıstırabı mı? İkincisini seçmenin, seçkinlerin kârı olduğunu söylüyor Serdar Tuncer, “Delilim Yok Kalbimden Başka” kitabında. Çünkü ekranların önünde, gazete köşelerinde, ilim meclislerinde irfanın malumatını anlatmanın dayanılmaz hafifliğini, tenhada “olamayışın” derin ıstırabı kovalar. İyisi mi gelin, olma yolunda, olmanın telaşında, olmadığının bilincinde, olanların rehberliğinde bir var oluş sızısı, ruh demlenişinin kitaba yansıyışı olan bu eserden demlenelim.

Serdar Tuncer’in gazete yazılarından oluşan bu deneme türü kitapta kişinin kendi âlemine yolculuğunu, kalbiyle olan bağının sorgusunu, kelimelerle olan irtibatını, yaşadığımız coğrafyaya karşı mesuliyetlerimizi, olma telaşında dikkat edilmesi gereken adımları, nevzuhur fikriyatın alkışlanma pahasına dine reva gördüklerini,  ariflerin yürüdükleri yolda düşe-sendeleye gidenlerin handikaplarını görebiliyoruz.

“Kendimize el olmuşuz kendimiz” bölümünde aramanın inceliklerinden, neyi, nasıl ve niçin aramak gerektiğinden bahseder yazar. Aradığımızı yanlış yerde arıyor oluşumuzdan dem vuruyor. İlmi rahatın koynunda, izzeti mevkide, zenginliği mal yığmada, cennetin rahatını dünyada arayanlara dokunduruyor. Hem ruhuna üflenen nefesi kendi içinde kaybettiğini bilmeyen, kendi dışında ne ararsa ne bulacak sanki? Evin içinde düşürdüğünü, daha aydınlık diye sokak lambasının altında aramak beyhudeliği… Derdin insanın kimliğini ele verdiğini de belirtir yazar, hakikatini dert etmeyenin kendine yabancılaştığını da. Sahiplik algısının sorumluluk ihmallerine sebebiyet verişlerine veryansını da bir başkadır. Evet suç dışımızdaki kirli âlemde de var. Ancak biz, biz o denli temiz miyiz? Dışarıdaki dünyaya diriltici hayatı sunabilecek olanların, ancak kendi içindeki canlı bombalardan kurtulabilenler olduğu da bir gerçekken…

“Delilim yok, kalbimden başka” bölümünde kişinin kalbiyle olan irtibatından bahseder ve sorar: “Sen hiç kalbin oldun mu?” Yalan yanlış hayallerin, yersiz kaygıların, başıboş umutların boş sevdaların olup da kendinin olamayan bir kalp… Olsa, yaratılmış her bir şeyin Bir Olan’dan (C.C.) haber veriş ahengine gark olur, sonsuz itminana erebilenlerden olurdu zira. Taşların bile Rabbinin zikriyle yuvarlanıp düştüğünü, kütüğün dahi En Sevgili’nin (SAV) firakıyla inlediğini bilen ama hissedemeyen kalbe, Osman Sarı’nın değişiyle “Taş taş değil, bağrındır taş senin. Nereni nasıl yaksın söyle bu ateş senin” diye seslenmek gerek. Lazım olanın bilgisine sahip olmakla, lazım olmayan bilginin sana sahip olması arasındaki farkı bilmek gerek ayrıca. Zira kalbimiz başka söylüyor, aklımız başka, imanımız başka yere çağırıyor, zaman başka yere. İçimiz bizi ölümle doğulacak olan bir hayatın hazırlığına davet ediyor, dışımızsa gününü gün etmenin davetçisi… Bu dilemmadan kurtuluşun yolu da kalbimizi dinlemek... Zira sen kalbini fark etmeden değişmeyecek hiçbir şey, sen bile!

Türkistan’ın sancısı, Arakan’nın esareti, Filistin’in mazlumiyetinde bizim elimizden geldiği halde yapmadıklarımızın, elimizden gelmeyenler için el açmadığımızın haberini veriyor. “Senden isteyene gücünün yettiğini ver ki, her şeye gücü yetenden (C.C.) istemeye yüzün olsun. Değerli olanı istemek için vakit harcama, vaktini değerli kılmak için dua et. Mazlumun, mağdurun, savaşın ortasında inim inim inleyenlerin duacısı ol” diyor.

Mucize aklı aciz bırakan, aklın izah edemediği şeydir. Kişinin aklının eremediği şeye yok muamelesi yapması, akılsızlığındandır. Mucizeleri inkar edenlerin imanından, akılla izah etmek için kıvıranların aklından şüphem var, diyor yazar. Özellikle hadis-i şerifler hakkında ileri geri konuşan, bunu da güya Peygamberi (SAV) aklama adına yapan zevatı görünce “Bu ülkede hiçbir şey bilmemek için, o konuda ihtisas yapmak yeter.” diyesi geliyor insanın. Son zamanlarda Kur’an kıssalarına da aklî çözümler getirip, izahını yapamadıkları mevzuda kıssaya masal kılıfını koymaları da ayrı bir garabet. Akıllı insanlar, aklını yalan yanlış kişilere kiraya vermez, doğrudur. Ama akıllılar ise, ehlini bulunca akıllarını satar kurtulur, miraç hadisesindeki duruşuyla Sıddîkiyet makamına erişen Hz. Ebu Bekir gibi… Diğerleri mi? Her bir adet ve ibadet için mantıkî bir gaye sunmaya çalışırlar. Namaz spor, oruç perhiz, hac bir koşu şekli vs… Hz. Adem’in topraktan yaradılışına, Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelişine, Hz. İbrahim’i ateşin yakmayışına, Hz. Hızır-Musa kıssasına aklî izah getirebilmek için İsviçreli bilim adamlarının izahını bekleyedursunlar.

(Devam edecek)

Abdullah AYYILDIZ