Bazen bazı konularda yazmak elzem olsa da, konu üzerinde bilinen ve düşünülenin yazıya dökülmesi veya dile getirilmesi bilginin sıhhati, haberin kaynağı, delillerin mevcudiyeti, birey/toplum hakkını gözetme… gibi hususlar nedeniyle böylesi konuları yazmayı ya doğru bir zamana erteliyor ya da sadece en gerekli noktalardan bahsetmekle yetiniyoruz.

Suriye konusu da üzerinde kalem oynatma veya söz söyleme yönüyle bu çerçevede kalıyor. Çoğu zaman konu, gündemimizin beyni hükmünü almasına rağmen doğruyu söyleme ve doğruya ulaşma hassasiyetimiz nedeniyle zikrettiğimiz şekliyle davranmayı yeğliyoruz.

Bu tespitler, dikkat edilirse gazetemizin de konuyla ilgili yayın çizgisine paralel olup İslami endişemizin bir yansımasıdır.

Suriye konusunda gerek küfür cenahında gerek İslami cenahta, gerek taraflı çevrelerce gerek tarafsız yerlerce, gerek işin uzmanlarınca gerek her konuya ahkâm kesilen yorumcularca neredeyse yazılmadık tahlil, sunulmadık çözüm, dile getirilmedik yaklaşım kalmadı.

Belki de bu noktadan itibaren yazılmış, söylenmişleri yazmak ve söylemek tekrardan ibaret kalır ve yeni bir katkı olarak da kalmaz.

Suriye`de katliamların yüzleri aştığı günlerin birinde bir teravih çıkışı arkadaşın biriyle hasbihal ediyoruz. Gazetemizin Suriye konusunda niçin böyle ketum davrandığını soruyor. Ben de son iki haftanın gazetesini okuyup okumadığını sorduğumda fırsat bulamadığını mahcubiyetle dile getirdi. Hâlbuki o esnada son iki haftanın haber yazıları, analizleri, köşe yazılarının çoğu Suriye`yi ele almaktaydı ve işlemekteydi.

Çoğunlukla konunun sloganik boyutu, ajite yönü ve magazine bürünmüş hali okuyucu kitlesinin hoşuna gittiğinden onlar da gazetemizde belki bilerek belki bilmeyerek bunu arıyorlar. Oysaki biraz empati kurarak düşünüldüğünde görülecek ki, sermayesi doğruluk, istikameti doğruluk, hedefi doğruluk ve adı “Doğruhaber” olan bir çizgi/yayın en ufak tekzibe açık ya da hak ihlaline dönük bir yaklaşım sergilemez.

Elbette bu satırlar okunurken veya yorumlanırken hemen benzerini bu hafta Göktaş Hocamızın yazısına gelen yorumların birçoğundaki gibi nice nasihatler, ayetler, hadisler zihinlerde, dillerde ve satırlarda uçuşacak. Ne yapalım; doğruyu sırtlanmak, doğruya aday olmak ve doğru yazmanın verdiği sorumlulukla hareket etmek bedel istiyorsa o da imtihanın bir cilvesidir.

Beşer Esed, babası ve etrafındakilerin firavun, nemrut misali zalimliği nasıl su götürmez bir gerçekse Suriye halkının da mazlum ve mustazaflığı şüphe bırakmayacak bir açıklıktadır. Ortada yıllardır ezilen, katledilen, hor görülen, mahrum bırakılan bir halk vardır; bu halkın idarecileri de vahşetin en korkuncu olan katliamların müsebbipleridir.

Konunun bu yönünü konuşmak dahi gereksizdir. Bu konuda zahire göre hareket etmeyip olayı hakkaniyetle ve doğrulukla değerlendirmek için zaman ve uygun zemin arayan kardeşleri de zalime taraf, mazluma hasım olarak etiketlemek de büyük bir gaflettir.

Suriye`deki direniş meşrudur ve zalim Esed gitmelidir; ama hem maddi hem manevi açıdan münbit bu topraklara iştahlanan şer güçlerin ayak oyunlarından ve ağızlarından akan necis salyalardan da gafil olmamak lazımdır.

Böyle bir karışıklıktan hareketle tırmanan mezhep taassubu hayra hizmet değil; şeytana aldanmaktır.

Suriye`ye meselesine dikkatleri yoğunlaştırıp Yemen, Bahreyn… gibi ülkelerdeki zalimane kıyımları dile getirmemek insafsızlıktır.

Pastadan ben de nasıl bir pay kaparım iştahıyla politik davranmak “sıfır sorun, komşularla dostluk” argümanlarına terstir.

Mısır devrimiyle iyice köşeye sıkışan israil`e Suriye karışıklığı nedeniyle rahat nefes aldırmak, Gazze`ye dönük sıradanlaşan zalimane saldırılarını görmemek, altı kazılarak çökme aşamasına gelen Mescid-i Aksa`nın haline gafil kalmak ümmetin en temel sorunu Kudüs`ün özgürlüğüne ihanettir.

Suriye`deki otorite boşluğundan yararlanmakla Kürt kartını emperyalistlerin eline koz olarak vermek bu mazlum ve kadim topluma karşı haksızlıktır.

Suriye ve benzeri tüm mazlumiyetlere doğru bir bakış açısıyla bakma ve İslami vahdetin gerçekleşmesi umuduyla Allah`a emanetsiniz!