Seçim dönemine girildiğinden beri herkes eteğindeki taşları dökmeye başladı.

Aslında bu normal bir şey.

Normal olmayan şey, savunduğu kişilerden habersiz olanların, çarpıtma, karartma, değersizleştirme gibi yollara başvurması…

Bazılarının eteğindeki taşlar bile o kadar yapay ve banal ki…

Bugün Siyaset Gemisine liberal sol bir haber sitesinde yazan T. Şirin isimli birinin yazısını aldık.

Şöyle başlıyor:

“Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), Ayasofya üzerine bir reklam filmi çekmiş. Twitter sitesinde "Medeniyet güneşimizin yeniden yükselişinin sembolü olan Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi'nin kubbelerinden ezanların, salavatların, hatmi şeriflerin sesleri kıyamete kadar eksik olmayacak…" yazısıyla paylaşılan reklamda, çocuğuyla halıcı dükkânında otururken Cuma namazına giden bir kişi Ayasofya'ya bakıyor ve "nasip et ya rabbi!" diyor. Bu sahnenin benzeri, dört beş nesil için daha devam ediyor. Nihayet son sahnede ezan okunuyor; aile, Cuma namazını Ayasofya'da kılıyor ve reklâm, Nâzım Hikmet'in "Sekiz Yüz Elli Yedi" şiirinin seslendirilmesiyle bitiyor:

"Hak yerine getirdi en büyük niyazını

Kıldı Ayasofya'da ikinci namazını!

İşte o günden beri Türk'ün malı İstanbul,

Başkasının olursa, yıkılmalı İstanbul!"

  1. Şirin, “Araştırmacı” bakış açısını okuyucunun gözlerine sokarak ‘Nazım Hikmet’in bu şiiri işgal yıllarında yazdığını’ iddia ediyor “Aslında onun fikirleri bunlar değildi” demek istiyor.

Sonra liberallikten sıyrılarak klasik sol ihbarcılığını devreye sokuyor ve “Atatürk” üzerinden suçlu göstermeye çalışıyor:

“Bu reklamda bazı şeyler yok. Örneğin buranın Atatürk'ün iradesiyle müzeye dönüştürüldüğü söylenmiyor. Keza, Atatürk'ü doğrudan karşısına al(a)madıklarından, bu nedenle bunun bir yargı kararı yoluyla yerine getirildiğinden bahsedilmiyor. Ayrıca, Nâzım Hikmet'in bu şiiri hangi bağlamda yazdığı aktarılmadığı için, karşı cenahtan bir şair, kurnazca meşruluk devşirme aracı kılınıyor.

Kısacası reklam, aşina olduğumuz politik İslam pişkinliğiyle malul.”

Bu, gün yüzü görmemiş otantik tespitlerden sonra mevcut sistemin otoriterliğine vurgu yapıyor yazar ve şu tüyler ürpertici başlığı atıyor: “Nazım Hikmet günümüzde yaşasaydı.”

Devam ediyor yazmaya.

“İktidar partisi, Nâzım Hikmet'in dizelerini çarpıtarak kullanmakta bir sorun görmüyor. Bunun karşısında ise bizim aklımıza şu soru geliyor: Nâzım Hikmet bugün yaşasaydı acaba şiirlerini serbestçe yazabilir miydi, yoksa en hafifinden "Cumhurbaşkanına Hakaret" suçundan dolayı mahkeme mahkeme dolaşmak zorunda mı kalırdı?”

Evet, Nazım Hikmet bugün yaşamadı; ama yaşadığı dönemde “neler yaşadığını” az çok biliyoruz öyle değil mi?

Öyle sadece “Cumhurbaşkanına hakaretten” mahkeme mahkeme dolaşmadı, aynı zamanda zindan zindan dolaştı.

Dönemin cumhurbaşkanı da “Tek adam” olan Atatürk idi.

Nazım Hikmet hakkındaki davaların bir kısmına ve tarihlerine bakalım:

Ankara İstiklal Mahkemesi yargılamasında gıyaben 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. (1924)

Komünist partiye üye olmaktan 3 ay ceza aldı. (1927)

Ülkeye kaçak girdiği için 3 ay cezaevinde kaldı. (1928)

Yargılandı, beraat etti. (1931)

Süreyya Paşa’nın babasına hakaretten 1 yıl hapse çarptırıldı, affa uğradı. (1933)

Askeri mahkeme tarafından 15 yıl hapse mahkum edildi. (1937)

Birkaç ay sonra iki dava birleştirildi ve cezası 28 yıla çıkarıldı. (1938)

Hapisten kaçıp Sovyetler Birliğine sığınmasından söz etmeden sadece bu suçlama ve cezaları göz önünde bulundurursak, Mustafa Kemal’in sağlığındaki “Cumhuriyet Türkiye’si”ne göre Nazım Hikmet bir suçludur.

Şiirler yazması, gazetelerde yazılarının yayınlanması dolayısıyla “korkunç cezalara” çarptırılmıştır.

Nazım Hikmet 1925 yılından 1938’e kadar 11 defa yargılanmış, birçok defa hapse girip çıkmış ve en sonunda ülkeyi terk etmiştir.

Sadece yargı değil dönemin “Kemalist aydınları” da Nazım hakkında ağır sözler söylemişlerdir.

“Yakup Kadri, Hamdullah Suphi gibi yazarlar Nazım Hikmet’in aleyhinde yazıyorlardı. Bilhassa Ankara’da sürekli Mustafa Kemal Paşa’nın sofrasında bulunan Yakup Kadri Bey’in yazdıkları etkili oluyordu. Yakup Kadri, Nazım Hikmet’e “ipsiz sapsız, patavatsız, kaba ve mantıksız” gibi yakıştırmalar yapıyor ve şiirlerinin Türk cemiyeti içinde bir yeri olmadığını savunuyordu. Hamdullah Suphi ise “Bolşevik kapısının müseccel köpekleri” yazacak kadar ileri gidiyordu. Yakup Kadri, Nazım Hikmet’i ve onu savunanları “Harb-i Umumi’de yiyecek ve okuyacak bir şey bulamayıp iyi beslenemedikleri için mantık ve irfanları gelişmeyen gençler olarak addediyordu.”

  1. Şirin söz etmiyor; ama ben ona biraz Sabahattin Ali’yi de anlatayım ki, “tek adam rejimi” ne imiş, “Fikir hürriyeti” nasıl bir şeymiş görsün.

Kemalist tek adam rejimi bırakın “mahkeme mahkeme süründürmeyi” arada bir bazılarını da infaz ediyormuş.

Ben sadece alıntı yapıyorum:

"Cumhuriyet dönemiyle ilgili pek çok hatalar oldu, yanlışlar oldu. Nazım Hikmet'i kim hapse attı? CHP. Sabahattin Ali'yi kim öldürttü? CHP. Doğrulara her zaman doğru deriz ama yanlışların da istismar edilmesi doğru değil, biz bunu söylüyoruz.”

Bunları Erdoğan değil 2012 tarihinde bir televizyon kanalında Kemal Kılıçdaroğlu söylüyor.

Konuyu daha önce Siyaset Gemisi’nde işlediğimiz için kısaca özetleyelim:

“Sabahattin Ali, yazdığı bir şiirde Atatürk’e hakaret ettiği gerekçesiyle öğretmenlikten atılır ve cezaevine girer. Sabahattin Ali, kendisine bir komplo kurulduğunu ve şiirinin değiştirildiğini iddia etse de bu bir şeyi değiştirmez. Atatürk’e affedilmesi için bir mektup yazar.

 “Zât-ı âlinizi îmâen ve telmihen tahkiri mutazammın (imâ ve kastederek hakaret eden) bir şiiri yazmış ve okumuş olmak cürmü ile bir sene hapse mahkûm edildim. Mahkeme zabıtlarının sathî bir tedkiki bile bu kararın nasıl bir zihniyetin tesiri altında verildiğini isbat edebilir. Fakat Temyiz Mahkemesi tarafından tasdik edilmiş olması, hükmün isabetsizliğine dair daha çok söz söylemekten beni alıkoymaktadır. Beni en çok üzen yediğim ceza değil, sizin büyük isminizin şahsî intikam vasıtası olarak kullanılabilmesi ve buna müsamaha edilmesi keyfiyetidir.”

Mektubun sonunu ise şöyle bağlar Sabahattin Ali:

 “Eninde sonunda hakkımı ispat edeceğimi bilmesem böyle bir ricada bulunmazdım. Beni affedecek kadar büyük ve iyi kalpli olduğunuzdan eminim.

Ellerinizden öperim efendim. 14 Nisan 1933.”

Kimi Kemalist solcular, Nazım Hikmet’in affedilmesi için 1938’de yazdığı mektubun Atatürk’ün eline ulaşmadığını iddia ederek “Eğer Atatürk haberdar olsaydı onu cezaevinden çıkarırdı” demeye getiriyorlar; ama gördüğünüz gibi Sabahattin Ali’nin yazdığı mektubun tarihi 1933’tür ve Atatürk, af talebini reddetmiştir.

Kemalist sol aydını, bu konuyu işlerken müthiş bir karartma uzmanlığı sergiler. Ya olaya farklı isimler dahil ederek “sapla samanı birbirine karıştırır” ya da tarihleri göstermekten özenle kaçınarak konuyu saptırır.

Cumhuriyet gazetesinden Miyase İlknur mesela…

Birkaç alıntı yapalım:

“Kısa yaşamına sığdırdığı eserler kadar da mahpusluğu vardır Ali’nin. Atatürk döneminde de, İsmet Paşa döneminde de, Menderes döneminde de pas geçilmemiş Sabahattin Ali. Kimi zaman yazdığı şiirden, kimi zaman Marko Paşa ve Malum Paşa’daki yazılarından çoğunlukla da devrin önemli komünist ve sosyalistleriyle kurduğu yakın ilişkiden dolayı polis peşinde olmuş.”

 “31 Mart sabahı bir süre önce satın alıp nakliye işi yaptığı kendi kamyonu ve güya Bulgaristan’a kaçırmak için ona rehberlik edecek Ali Ertekin’le birlikte yola çıkarlar. Yanına sadece küçük bir çanta almıştır. Kırklareli’nde peynir alma bahanesiyle kamyon şoförünü şehir merkezinde bırakarak orman yoluna vurmuşlar. Sonrası Sabahattin Ali’den bir daha haber alınamamış. Cesedini köylüler Ocak 1949’da buldular.. Kafası taşla ezilerek öldürülmüş Ali’nin çantası da yanındadır.”

“Ali’yi öldürdüğünü itiraf eden katil zanlısı Ali Ertekin cinayeti milli duygularla işlediğini belirtmiş ve az bir süre yattıktan sonra salıverilmiştir. Maktul komünist, katil de yerli ve milli olunca akan sular duruyor bu topraklarda. Biraz daha uzun yaşasa kim bilir ne eserler verecekti kuşkusuz.”

Atatürk ve İsmet Paşa tamam; ama işin içine Menderes’i eklemek, olayı karartmak için yapılan bir şeytanlık. Çünkü Sabahattin Ali 31 Mart 1949’da öldürüldü, Menderes ise 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan seçimle iktidara geldi.

Yani Sabahattin Ali’nin görevden alınması ve hapsedilmesi Atatürk döneminde, mahkemelerde süründürülmesi ve öldürülmesi İnönü dönemindedir.

Yani Kılıçdaroğlu “Biz öldürdük” derken haklıdır, çünkü iktidarda CHP vardır.

Gelelim cinayeti işleyen Ali Ertekin meselesine.

Cumhuriyet yazarı, Ali Ertekin’den söz ederken “Yerli ve milli” diyerek aslında günümüze göndermede bulunuyor; ama işin rengi hiç de öyle değil.

Ali Ertekin’in “milli”liği dönemin istihbarat teşkilatı ile olan alakası kadardır.

Kemal Bayram, “Sabahattin Ali olayı” adlı eserinde şunları söylüyor:

“Sabahattin Ali'nin öldürülmesi olayını üstlenen eski Astsubay Ali Ertekin, Milli Emniyet'e (Milli İstihbarat Teşkilatı) çalıştığını itiraf ediyor. Milli Emniyet'in kendisinin ifadesini aldıktan sonra serbest bıraktığını belirtiyor. Kendisine görev verildiğini ve Sultanahmet Cezaevi'nde yatan solcularla ahbaplık kurması için hapishaneye sokulduğunu belirtiyor.”

Ve son olarak…

Aslında Nazım Hikmet meselesinde de Sabahattin Ali meselesinde de CHP’nin baskıcılığı, despotluğu, hukuk dışı faaliyetleri o kadar ayan beyan ortada olmasına rağmen, bu kadar çarpıtma yapılabilmesi, Kemalist tarihin sunduğu hiçbir tarihi veriye inanmamayı zorunlu kılıyor.

Yani bu Kemalistler kendilerine yakın olan isimlere bunca zulmü reva görmüşse inançlı insanlara neler yapmamışlar ki…

En vahimi de her şey bu kadar ayan beyan ortada iken “aydın kılıklı” kimi zavallıların yaptıkları çarpıtmaların yanlarına kar kalacağını sanmaları…

Sakallı Celal, “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür” demişti.

Sadece cehalet fazla sırıtır ve kendini ele verir. Fazla üstelemez ve güler geçersin. Ama cehalet ile beraber “kötü niyet” olduğunda miden bulanmaya başlar.