“Muharrem İnce miting kürsüsüne çıktı, asrın liderimizin yakın arkadaşı olan gazeteci Nasuhi Güngör'ün kitabını gösterdi. O kitapta asrın liderimizin Akp'yi kurmadan önce Pensilvanya'ya gidip feto'yla görüştüğü yazıyordu. Şak… Nasuhi Güngör derhal çıktı, kendi kendini yalanladı, kendi yazdığı kitabın “mesnetsiz” olduğunu söyledi, kendi yazdığı kitabın “uydurma” olduğunu, “asılsız” olduğunu söyledi.
Aslında buna şükür…
“O kitabı ben yazmadım, Muharrem İnce yazdı” diyebilirdi.”
Hani bu sözleri yazan kişi çok ilkeli, çok dürüst ve ar damarı çatlamamış biri olsa neyse diyeceğiz; ama durum öyle değil.
Kim midir Yılmaz Özdil?
Salih Mirzabeyoğlu, cezaevi operasyonundan sonra işkence edilmiş resimleri servis edildiğinde yüzündeki yaralar için “traş olurken kesti, kafasını ranzaya çarptı” diye yazacak kadar ar damarı çatlamamış biridir Özdil.
Demek istediğim sadece iğne ve çuvaldız meselesi…
Sedat Ergin (Hürriyet):
“CHP`nin 24 Haziran`da yapılacak seçime ilişkin son bildirgesi ise Kürt sorununda büyük ölçüde 2011 sonrasındaki ortaya çıkan birikimin yeni baştan formüle edildiği bir çerçeve ortaya koyuyor. Ancak son yıllarda yaşanan terör olayları ve kutuplaşma ışığında “toplumda güven duygusunun yaratılması ve geniş bir toplumsal mutabakat” ihtiyacı ile “Daha fazla özgürlük, demokrasi ve hukuk devleti” vurguları karşımıza çıkıyor.
2018 bildirgesinde ‘anadilde eğitim` yer almazken ‘anadilde öğrenim`e geniş bir yer ayrılıyor. Bildirgenin önemli bir yönü, ‘yerel yönetimlerin özerkliklerinin AB standartlarına kavuşturulacağı` belirtilerek, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı`nın üzerindeki çekincelerin kaldırılacağının bir kez daha kayda geçirilmiş olmasıdır.
CHP`nin geçen yedi yıl içinde Kürt sorununa bakışının evrimi bu şekilde özetlenebilir.”
Kaset olayını, CHP içindeki Kemalist kanadın yavaş yavaş tasfiyesini göz ardı ederseniz siz de Sedat Ergin gibi meseleyi “Kürt sorunu” bağlamında değerlendirebilirsiniz.
Ama CHP`deki evrim dar anlamda Kürt sorunuyla alakalı değil; aksine kuruluş felsefesi ile alakalıdır.
Değişmeyen Jakoben mantığı bir tarafa bırakacak olursak CHP`deki değişim şu şekilde özetlenebilir: Eskiden CHP devletin partisi idi ve bu anlamda misyonunu yerine getirmeye çalışıyordu. Devletten uzaklaştırılması –zorla ya da isteyerek- dönüşmesine ve AB-ABD projelerinde eleman olmasına neden oldu.
Eğer bu şekilde bakarsanız CHP`nin FETÖ`ye de PKK`ye de yer yer sıcak durmasının ne anlama geldiğini daha iyi anlarsınız.
Nihal Bengisu Karaca (Habertürk):
“Adamın adı Barış Atay. Oyuncu. Rol aldığı dizilerden çok sosyal medyada takındığı tutumlardan tanınıyor; o mecradaki performansı bloklanmasını gerektirecek kadar agresif. AK Parti`ye yakın olanları, yakın olanlara yakın olanları, çarşaflı eşi olanları, Suriye canisi Esad katiline karşı olanları incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler üzerinden taciz etmesiyle tanınır. Objektif değildir, tarafsız değildir, bence seküler filan da değil. Kesin inançlığını, ait olduğu klanın ajandasını “vicdan pozu” parantezine alabilme kapasitesi ise mükemmel. Çocuk profesyonel.”
Barış Atay`ın ne olduğu konusuna girmeyi düşünmüyorum, zaten Karaca bunu izah etmiş: Çocuk profesyonel…
Ben Atay üzerinden giderek daha da karmaşıklaşan siyasi yapılar ve duruşlara dikkat çekmek istiyorum.
Barış Atay, Marksist dünya görüşüne sahip bir Alevi. “Aleviliği ve solculuğu onu Katil Esad`a yakınlaştırıyor” diyebilirsiniz; ama seçimde PKK`nin siyasi çizgisindeki HDP`den aday oldu. PKK, Suriye`de Amerika ile beraber ve Amerika ikide bir Esad`ı bombalıyor. Esad, PKK`yi vuracağını söylediğinde Amerika buna karşılık vereceğini söylüyor.
Şimdi bir adam nasıl hem komünist, hem Amerikan müttefiki olan bir grupla beraber, hem Amerika`nın bombaladığı bir katile sempatizan, hem de demokrat olabilir?
Cevap vermenize gerek yok!
Alper Görmüş (serbestiyet.com):
“Gülen cemaatinin kriminal unsurlarıyla tabandaki geniş sempatizan halka arasında ayrım yapmayan soruşturma-cezalandırma süreci sadece büyük sorunlara yol açmayacak, aynı zamanda büyük soruları da gündeme getirecek.
Türkiye iktidar için ‘tehlikeli` soruların sorulabildiği bir ülke haline geldiğinde ilk sorulardan biri şu olacak: Gülen Cemaati`nin devleti yasa dışı yollarla ele geçirmeyi hedefleyen bir ‘suç örgütü`ne dönüşmesinin başlangıç tarihi neden 7 Şubat 2012 değil de 17-25 Aralık 2013?..”
Alper Görmüş sorduğu sorunun cevabını çok iyi biliyor da açıkça söylemiyor.
7 Şubat ile 17-25 Aralık arasında yaklaşık 2 yıl var.
Bu 2 yıl içinde meseleyi anlamamış ve bundan dolayı “Hocaefendiye laf söylemeyin, fitne çıkarmayın” diyenden “Hangisi güçlü görünürse onun tarafına geçerim” diye düşünene kadar çok sayıda kişi var ki, bunların büyük kısmı şu anda “FETÖ ile mücadelenin” kahramanı pozlarını takınmış durumdalar.
Mesele bundan ibarettir.
Kemal Öztürk (Yeni Şafak):
“Ancak en büyük tehlike, hayatı siyasallaştırmaktır. O kadar tuhaflaştı ki insanlar, mesela doğayla ilgili bir paylaşım yapıyorsunuz, konu Gezi tartışmasına dönüyor.
Kiraz toplama videosu paylaşıyorsunuz, hükümetin çiftçiye, tarıma verdiği zararı anlatıyorlar.
Bir müzik parçası dinliyorsunuz, konu ekonomi politikalarına geliyor.
Nasıl beceriyorlar bunu bilmiyorum. Ancak ne yaparsak yapalım konu bir şekilde siyasallaşıyor. İnsanlar farkında değil ama bu hayatın çoraklaşması, tatsızlaşması, sığlaşması demektir.
Bu seçim bitene kadar durum böyle olur, sonra değişir sanıyorsunuz. Oysa sonra yerel seçim var, sonra başka seçim… derken bir bakmışsınız hayatı ıskalamışsınız.
Sadece baharın gelişini kaçırmazsınız bu durumda, çocuklarınızın büyümesinden tutun, sağlıklı bedene, sanattan tutun, maneviyata kadar, bakmışsınız birçok şeyi atlamışsınız.
Hayatın siyasallaşması çok tehlikelidir.”
Bazıları toplumun bir kesiminin siyasetten son derece habersiz olduğunu söylüyor ve bundan şikayetçi oluyor.
Kemal Öztürk ise tam tersi bir durumdan şikayetçi. Her şeyin siyasallaşması.
Evet, toplumdaki ayrışma, kuşaklar arası çatışma, birbirini anlayamama gibi şeylerin sebebi…
Dengeli olmak…
Ne ağzı bozuk ve ahlaki değerlere önem vermez siyasetçiler, siyasetten tümüyle uzaklaşmaya sebep olmalı ne de şahsi egolarını tatmin için gençlerin kafasını karıştıran “Hoca”lara dinin diriliş mesajı bırakılmalı.
Ne siyaseti, ne hayatı ne de aileyi atlamamalı…
Ertuğrul Özkök (Hürriyet):
“YIL 1971...
Anlatacağım olay bir İzmir gazetesinde birinci sayfadan verilen şu dizi yazı anonsuyla başlıyor:
“Son yılların en esrarengiz siması ve oynadığı bölücü rolü açıklıyoruz...”
Diziyi hazırlayan gazetecinin adı Nurdoğan Taçalan...
Mercek altına aldığı “esrarengiz” kişinin adı ise Yaşar Tunagür`dür...
Yaşar Tunagür o günlerde İzmir`de Nurcu faaliyetlerde bulunan biridir.
Adalet Partisi milletvekili Refet Sezgin`e yakın bir kişidir.
MİT`te hakkında tutulmuş oldukça kapsamlı bir rapor vardır.
İzmir`deki bütün dini faaliyetlerde onun adı ön plana çıkmaktadır.
Sonunda çalışmasını Tunagür`den, perdenin arkasındaki bu din adamına doğru genişletir.
Karşılaştığı manzara gazeteciyi dehşete düşürmüştür. Karşısında İzmir`de ahtapot gibi her yere yayılmış tam bir “paralel gizli örgüt” bulunmaktadır.
İşte o gün, yani 1971 yılında gazetecinin ortaya çıkardığı bu esrarengiz kişi Fetullah Gülen`dir... Gülen`in İzmir`de yargı ve polis içinde çok sayıda müridi vardır.
Bu yazı dizisi, 1971 yılında, CHP yanlısı yayın yapan Demokrat İzmir gazetesinde bütün ayrıntıları ile yayınlanır.
Gazetecinin ortaya çıkardığı bu örgüt, 45 yıl sonra bir 15 Temmuz gecesi Türkiye`yi kana boyayacak bir kalkışma yapacaktı.
Şunu bilelim ki, bu örgüt 45 yıl boyunca bu ülkenin sağ muhafazakâr yönetimleri tarafından korunmuş, kollanmış, kol kola yürünmüş ve böylece palazlandırılmıştır...”
Ertuğrul Özkök, zaten bilinen bir konuyu farklı isimleri işin içerisine katarak yeni bir şeymiş gibi sunmaktadır.
Yine de bilmeyenler için ilginç gelebilir.
Yaşar Tunagür`ün MİT`in önemli ismi Mehmet Fuat Doğu ile olan ilişkisi çeşitli vesilelerle dile getirilmiştir.
Ama Özkök`ün son cümlesi ciddi biçimde problemlidir.
Bülent Ecevit`in F. Gülen`e siper olduğunu ve onu güvenlik bürokrasisine karşı cansiperane savunduğunu sanırım bilmeyen yok. O kadar ki, F. Gülen, "Ahirette eğer Allah imkan verirse şefaatçı olacağım ilk kişi Ecevit olacak” demişti.
O yüzden cümle problemli.
Özkök, geçmişte çok gerilere giderek yazılarına bir gizem katmaya çalışıyor; ama “yakın geçmiş”in daha unutulmadığını gözden kaçırıyor.