Bekir Coşkun (Sözcü):

“Her şeyi hallettiler, sıra nükleer santralde…

Yürüyen merdiven yaptılar, içine insan düştü…

Ankara'daki altgeçitlere yeterince delik komayı unutmuşlar, her şiddetli yağmurda su dolduğunda dalgıçlar delik bulmaya dalıyor…

Hızlı tren yaptılar, ilk seferinde virajı alamadı… 41 kişi öldü, makinist hızlı treni hızlı sürmekten suçlu bulundu…

HES yaptılar, doğa harikası yüzlerce dere kurudu, köylüler doğup büyüdükleri evlerini, tarlalarını bırakıp göç ettiler… Şimdi şehirdeki fakirhanelerine her elektrik faturası geldiğinde, yurtlarını yıkanların da parasını ödüyorlar…

Sıra geldi anayasa yapmaya…

Padişahlığın adı “demokrasi” olanını yaptılar…

Haberleşme uydusunu Fransızlar yaptı, Çinliler fırlattı, yönetim kuruluna İslam Felsefesi doktorası sahibi İbrahim Kalın'ı koydular…

Şeker şirketlerini işletemediler, satıyorlar

Şimdi nükleer santral sırada…

Şu birincisini Çernobil'i patlatan Ruslar, ikincisini Fukuşima'yı patlatan Japonlar yapacak…

Birincisinde 1 milyon 300 bin insan ölümcül hastalıklara yakalandı… İkincisi hâlâ denize radyasyon akıtıyor, engellenemedi… Patlamalar, Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombalarından tam 200 kat daha etkiliydi…”

İşadamlarına peşkeş çekilen alanlar, ciddi biçimde artış gösteren rüşvet ve partizanlık bu son dönemlerde zirve yapmış durumda.

Ama yine de Bekir Coşkun gibi bir “Beyaz Türk”ün böyle her şeye eleştirel yaklaşması hatta aşağılaması garip gelmiyor.

Yani Bekir gibilere göre her ne yapılırsa yapılsın yapılana değil yapanın kimliğine bakmak gerekir.

Bir taraftan “Hızlı tren”le dalga geçeceksin öte taraftan “Demir ağlarla ördük yurdu baştanbaşa” diye hava atacaksın, üstelik 15 yılda yapılan demir ağlar 70 yılda yapılanın birkaç katı olmasına rağmen.

Nükleer meselesine girmiyorum çünkü aynı gazetenin yazarları bu konuda ona gerekli cevabı vermişler.

Ama ben bu “yürüyen merdiven” meselesine takıldım. Bekir Coşkun`un düşmanlığı Kılıçdaroğlu ters tarafa bindi ve böylece tüm memleketin diline düştü diye mi acaba?

 

Aziz Üstel (Star):

“Aslında doğu sorununa yönelik iki temel yaklaşımdan söz etmek mümkündür. İsmet İnönü'nün başını çektiği güvenliğe dayalı yaklaşım ve Kazım Karabekir'le başlayan Celal Bayar'ın geliştirdiği sivil yaklaşım. İnönü Kürt sorununu "askeri önlemler, zorunlu iskan, bir potada eritme (asimilasyon) ve Türkleştirme" siyasetiyle çözeceğini düşünmüştür. Celal Bayar'sa devletle vatandaşlar arasındaki engellerin kaldırılmasını, soruna "devlet baba şefkatiyle" yaklaşılması gerektiğini savunur. İnönü'cüler halkın zorla Batıya sürülmesini, düzene bağlı kişilerin de onların yerine yerleştirilmesini ister. Bayar'cılar askeri tedbirlerin, sürgünün çözüm olmayacağını söyler. Ülke birçok alanda olduğu gibi sıkı devletçilikle serbestlik yanlısı uygulamalar arasında gidip gelmiştir. Bayar'ın barışçı ve birleştirici yaklaşımı yavaş da olsa, Doğu Sorununa çözüm getirmek üzereyken 27 Mayıs darbesi her şeyi alt üst eder.”

Anlatılanları bir tarafa bırakın ve bir paragrafta iki kez kullanılan “Doğu sorunu” ifadesine bakın! Bu ifade zihniyet anlamında geriye gidişi ifade etmesi açısından dikkat çekicidir. Şöyle ki:

Osmanlı döneminde ismi “Kürdistan” olan bölge Türkiye Cumhuriyetinin ilk birkaç yılından sonra “Vilayet-i Şarkiye” olarak adlandırılmış. Kısa süre sonra “Şark vilayetleri” ifadesi kullanılmış, ardından “Doğu vilayetleri” ve en sonunda da “Doğu ve Güneydoğu” denmeye başlanmıştır.

Şimdi Aziz Üstel tekrar “Doğu sorunu” diyerek sürecin geriye doğru işlemeye başladığını göstermiştir. Görüntü kötüdür; ama süreç 1925`lerde takılı kalmayıp biraz daha geriye giderse hayırlı sonuçlar da ortaya çıkabilir.

 

Çiğdem Toker (Cumhuriyet):

“Kapitülasyon kısa tanımıyla bir devletin bir başka devlete tanıdığı ayrıcalık.

Daha uzun tanımda ise iktisadi, sosyal ve siyasi ayrıcalıkların, tek yanlı hukuki işlem veya anlaşmalar yoluyla tanınması diye ifade ediliyor.

Türkiye, Rusya`ya Akkuyu`da dört reaktörlü bir nükleer güç santralı (NGS) kurma iznini sekiz yıl önce imzalanan bir milletlerarası anlaşma ile verdi. Şüphesiz Resmi Gazete`de yayımlanan (6 Ekim 2010) bu milletlerarası anlaşmanın, başında yahut herhangi bir yerinde kapitülasyon sözcüğü geçmiyor.

Fakat Türkiye`nin TETAŞ (Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt A.Ş.) üzerinden verdiği kilovatsaat başına 12.35 cent alım garantisi başta olmak üzere Akkuyu NGS için Rusya`ya sağladığı olanaklar karşısında bu anlaşmayı kapitülasyon diye nitelemek abartı sayılmaz.”

Çiğdem Toker çok önemli bir konuya değinmiş; ama sanırım meselenin kendisine göre en tehlikeli kısmı “Batı”dan “Doğu”ya bir yönelişin olmasıdır.

İzah edeyim:

Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren yüzünü Batıya çevirmiş ve onlara çok sayıda imtiyaz tanımıştır. Gerek NATO dolayısıyla gerekse de AB sürecinden dolayı kendisine dayatılan birçok düzenlemeyi kabul etmek zorunda kalmıştır.

Bu açıdan Batıya hiç tepki göstermeyen “Liberal sol”cuların “Doğu” konusunda bu kadar bağımsızlıkçı olmaları biraz fazla rahatsız edici değil mi?

 

Oral Çalışlar (Posta):

Faizlerin düşürülmesi, AK Parti içinde yıllardan beri neredeyse kangren haline gelmiş bir tartışma. Cumhurbaşkanı Erdoğan, "faizleri indirin" diye Merkez Bankası'na tepkili. Ali Babacan ve birçok bürokrat tasfiye edildi. Ancak faizin yükselişi sürdü. Şimdi sıra Mehmet Şimşek'e gelmiş gibi görünüyor. Erdoğan, son toplantılardan birinde, tepkisini, "Arkamdan iş çeviriyorlar" diyerek gösterdi. "Faizleri düşürelim diye karar alıyoruz, onlar faizleri yükseltiyorlar. Hani tek adamdım..."

Tabii, bu tartışmalar gerçekleşirken, dolar 4 liranın üzerine çıktı. Yani faizleri düşürmek çok daha zorlaştı.

Sorunun faizler meselesindeki fikir ayrılıklarıyla sınırlı olmadığı belli. Erdoğan'ın AK Parti`yi "düzene sokma" hedeflerinde zorlandığı görülüyor: "Beni dinlemiyorlar, beni anlamaya yeterince gayret göstermiyorlar" şeklinde bir şikayetler dizisinin hep birlikte tanığıyız.”

Erdoğan durmadan faiz karşıtı açıklamalar yapıyor; ama öyle görünüyor ki, ne bürokratlar ne de Kabinesinde yer alanlar dediğini yapmıyor.

Bana biraz garip geliyor.

Eğer bu “danışıklı dövüş” değilse Erdoğan`ın bu işi bu kadar uzatmayacağını tahmin ediyordum. Yani bir KHK ile Merkez Bankasının özerk yapısını ortadan kaldırır, kendine bağlardı öyle değil mi?

Eğer bir “danışıklı dövüş” değilse…

 

İbrahim Kahveci (Karar):

“Enflasyon verilerine bakıyoruz. Fiyatı arttan ürünlerin çok büyük kısmı kur artışından kaynaklı. Kur artınca genel fiyatlarda artıyor. Eee, fiyatlar artınca da faizler artıyor.

Hatırlatmak isterim: Avrasya Tüneli, Osman Gazi Köprüsü, Yavuz Sultan Selim Köprüsü ve bağlı otobanların fiyatları da dolarla belirleniyor. Hatta yeni havalimanında bile fiyatlar dolara bağlı belirleniyor.

Bugün kur artışı hayatımızın her adımında maliyet artışı olarak karşımızda. Ama fayda açısından henüz dış ticarete yansıyan bir artış göremedik.

İşte bu nedenle faiz düşüşü mü-kur artışı mı ikileminde dolara bağlı hayat bizi kur kontrolüne yaklaştırıyor. İşte bu nedenle kısa vadeli denge için paranın değerini faiz artışı ile zaipleştiriyoruz.

Diyeceksiniz ki, boş ver bunu... Dolar artarsa artsın.

O zaman köprülerin fiyatını TL`ye bağlayın; kur arttı diye zam yapmayın. Çünkü devletin yaptırdığı köprülerin bile fiyatı kur artışına bağlandı ise; gerisini hiç düşünmeyin.”

Faiz, enflasyon ve kur artışı konusunda son derece açıklayıcı bilgiler.

Dövizin artmasını ihracatçı istiyor; ama “yap-işlet-devret” ile yapılan tüm anlaşmalar dövize endeksli olduğu için köprü ve tünellerde anormal fiyat artışı oluyor. Petrol fiyatları da öyle… Yakıt fiyatlarının artması nakliyeden dolayı her kalemde fiyat artışını beraberinde getiriyor ve bu da enflasyonu yükseltiyor. Yüksek enflasyon yüksek faizi beraberinde getiriyor.

 

 

 

Deniz Zeyrek (Hürriyet):

“CHP seçmeni ilk turda Meral Akşener`e ve Abdullah Gül`e oy vermeyeceğine göre bu iki ismin ikinci tura çıkmasının tek yolu, AK Parti ve MHP tabanında büyük bir kırılma yaşanmasından geçiyor. Bu da Cumhurbaşkanı Erdoğan`ın iki partideki popülaritesi hesaba katıldığında ihtimal dahilinde görünmüyor.

Muhafazakâr milliyetçi seçmenden oy alma açısından da Erdoğan-Kılıçdaroğlu, Erdoğan-Gül ve Erdoğan-Akşener ihtimallerinde Erdoğan`ın karşısında en zayıf adayın Kılıçdaroğlu olduğunu da unutmamak gerek.

Peki bu paradokstan nasıl çıkılacak.

İki gün önce “derin” muhalefet kulislerinde en çok konuşulan ve tutulan formülü dinledim. Buna göre ikinci tura kalması muhtemel CHP adayı, muhafazakâr, milliyetçi ve Kürt seçmenleri, seçimlerden önce açıklayacağı “başkan yardımcıları” ile yanına çekmeye çalışacak. Örneğin Kılıçdaroğlu aday olur ve ikinci tura çıkarsa, İYİ Parti, Saadet Partisi`nin belirleyeceği iki ismi başkan yardımcısı olarak ilan edecek. Bu isimler Meral Akşener ve Temel Karamollaoğlu da olabilir. HDP bu denklemin dışında tutulur mu? Sanmıyorum. Celal Doğan gibi geçmişte CHP çatısı altında, Dengir Mir Mehmet Fırat gibi AK Parti çatısı altında bulunmuş, PKK`ya tavır koymuş bir HDP`li de müstakbel başkan yardımcısı olarak ilan edilebilir.”

Demek ki bu seçimlerde hiç kimse “Kendisi” olarak katılmıyor. Hemen herkes ya ittifaklara yöneliyor ya da karşıdakinin durumuna göre tavır belirliyor.

Yine ilginç bir tespit: “Erdoğan karşısında en zayıf aday Kılıçdaroğlu” imiş. Normalde iktidar partisinden sonra en büyük parti; ama siyasi kimliğinden dolayı en zayıf aday olabilir. Herhalde Kılıçdaroğlu da bundan dolayı aday olmayı düşünmüyor.Kazanamayacağı bir yarışa girmesi halinde CHP`deki “Genel Başkanlık” koltuğu da tehlikeye girebilir.

Bu arada Deniz Zeyrek “başkan yardımcılıkları” meselesini iyi tespit etmiş. Belki de ittifaklarda en belirleyici olacak olan konu bu olacak.