Kemal Öztürk (Yeni Şafak):
“Anayasa referandumu öncesinde anketlerle aynı kanaatleri taşımıyordum. Ben HDP oylarının eriyeceğini, MHP-AK Parti ittifakına Kürt seçmenin tepki vermediğini söylemiştim. Dediğim çıktı.
Şu anda durumu birkaç madde ile şöyle açıklayabilirim.
7 Haziran`dan beri HDP oyları, AK Parti'ye geri dönme eğilimini sürüyor.
Sadece, Barzani`nin bağımsızlık referandumuna AK Parti ve MHP`nin gösterdiği tepki, bu yönelimi negatif etkiledi ve yönelimi durdurdu.
Aradan geçen süre, bu atmosferi dağıttı ve tepki azaldı. Yerini “bakalım ne olacak” bekleyişine bıraktı.
Afrin Operasyonu`na düşünüldüğü gibi, bölgede bir tepki bulunmuyor. Kürtler bu operasyonun Kürt etnisitesine değil, terör örgütüne yönelik olduğunu algıladı.
HDP`li belediyelere kayyum atanması, bölge halkında sanıldığı gibi tepki değil, destek gördü. Halk belediye hizmetlerini aldığı için halinden son derece memnun.
Seçim ittifakları, özellikle MHP-AK Parti ittifakına yönelik genel bir tepki bulunmuyor. Her iki partinin söylem ve eylemlerinde dikkatli davrandığı sürece bu tepkinin oluşmayacağı kanaatindeyim. (…)
Muhafazakar Kürt kökenli kişilerin kurduğu ve yönettiği HÜDAPAR, oy sayısı açısından çok büyük etki yapmayacağı düşünülse de, psikolojik olarak Kürt seçmen algısında bir etki yapabileceği düşünülmelidir.
HÜDAPAR da, Türkiye partisi olma yönündeki çalışmalarını hızlandırdığı ve kamuoyundaki algısını değiştirdiği takdirde, siyasette bir boşluğu doldurabileceğini hesaba katmalı.”
Kemal Öztürk, birçok araştırma şirketinden daha iyi bir okuma yapmış.
“Barzani`nin bağımsızlık referandumu” konusunda söyledikleri doğru; ama sanırım duygusal kopuşun fazla farkında değil. Bir de bu meselenin tahrip edici yönü çok sonra kendini gösterme potansiyeline sahiptir.
Atanan kayyumların büyük kısmının halka değil de kendisini atayan partiye hizmet etmesinin halkta meydana getirdiği “pasif hoşnutsuzluk” konusunu da tam anlayamamış.
HÜDA PAR konusunda yaptığı tespitler önemli. Sakin; ama kararlı ve ilkeli bir şekilde yoluna devam eden ve gündelik savrulmalar karşısında dayanan bir HÜDA PAR hak ettiği teveccühü kazanacaktır.
Murat Bardakçı (Habertürk):
“DÜN, Ayşe Arman yazıyordu: Hürriyet`te bundan böyle haberler ve köşe yazıları dijital bir süzgeçten geçirilecek, içerisinde “kadına şiddet” barındıran ifadeler belirlenecek ve bunların kullanılmaması teşvik edilecekmiş.
Gerekçe ise kadına şiddetin kelimelerden başlaması, işin psikolojik boyutunu genişletmesi ve bu kavramların engellenerek cinsiyetçi kullanımların ortadan kaldırılması! (…)
Ankara 6. İdare Mahkemesi geçen hafta tuhaf bir karar vermiş ve “müsait”, “boyalı”, “yollu”, “taze”, “oynak”, “kötü yola düşmek”, “esnaf”, “kötüleşmek” ve “serbest” gibi kelimelerin argo anlamlarının Türk Dil Kurumu`nun hem sözlüğünden hem de internet sitesinden çıkartılmasına hükmetmişti. (…)
Tuhaflık, işte burada: Kelime hazinesi bakımından en fakir memleketler bile dillerini zenginleştirip lügatlerindeki söz sayısını arttırabilmek için var güçleri ile çalışıyorlar; İngilizce, Fransızca yahut Arapça gibi zengin dillerin konuşulduğu ülkelerde bile dil uzmanları hemen her sene “Dilimiz şu kadar yeni kelime daha kazandı” diye kasım kasım kasılıyorlar, biz ise mahkeme kararı yahut basın vasıtası ile kelime buduyoruz!”
Yasa ile dile sınırların çizilmesi toplumsal anlamda bir yavanlaşmaya, yapay bir batılılaşmaya neden olabileceği gibi kültürel alanda da bir gerilemeye neden olur.
Bir de şu var.
Yasalar “resmi alanda” işler; ama toplum katmanlarında karşılığı olmaz.
Sonrası mı?
Sonrası basın dilinin, akademik dilin, sokak dilinin tümüyle birbirinden uzaklaşması, herkesin kendi alanında diğerini tanımlaması durumu ortaya çıkar.
Toplum mühendislerine gün doğar.
Melih Altınok (Sabah):
“Cumhurbaşkanı, 8 Mart konuşmasında Diyanet'in de devreye girmesi gerektiğini söyledi.
Bakalım, ta Atatürk döneminden beri bu iş için var olan Diyanet önümüzdeki dönem sorunu aşmak için ne yapacak.
Zira işi zor; bu çağda fetva ve dini açıklamalar konusunda bir standart oluşturmak kolay değil.
Ama sanırım işe, sessizliklerini bozarak başlamalılar. Çünkü yasakların hükümsüz kaldığı çağımızda, sürekli "kirli su" akıtılan bu mecraya "temiz su" akıtmaktan başka yol yok.”
Evet, Melih Altınok!
İnsan bilmediği alanlarda biliyormuş gibi at koşturunca çok komik durumlara düşüyor.
Mesela şu “fetva ve dini açıklamalar konusunda bir standart oluşturmak” meselesi…
Dinde fetva ve dini açıklamalar konusunda standart olmaz! Standart istersen bu dayatma ve faşizm olur. Fetva "bir“zorluk” karşısında verilen “çözüm” önerisidir. Fetva verilirken “Esaslar” dikkate alınmalıdır.
Melih, dini sosyal hayattan çekip çıkaran “Laik devletin” müdahalesini ve dini alana ayar vermesini istiyor.
O zaman bizim dini alanımızı kendi “hocalarının yorumlarıyla” sınırlandıran 28 Şubat yobazlığına neden karşı çıkıyoruz?
“Sürekli "kirli su" akıtılan bu mecraya” ifadesi ise haddini aşmaktır!
İslami geleneğimiz göstermiştir ki, “bu mecra” kirli suyu kabul etmiyor ve bir süre sonra dışarı atıyor. “Kirli su” arayanlar için çok sayıda “mecra” ve sonu cehenneme varan “macera” mevcuttur.
Cengiz Kapmaz (Serbestiyet.com):
“Bir operasyonun sonuçlarından kimin veya kimlerin istifade ettiği (ya da edeceği, edebileceği) en az o operasyonun bilinçli amaçları kadar önemlidir.
Evet, YPG`nin Türkiye`ye olumsuz olarak yansıyan siyaseti ve gücünün tasfiye edilmesi gerekiyor. Ancak bu tasfiye, nasıl olmalı? YPG`yi daha da Amerika`nın kucağına itecek şekilde mi olmalı? Bu sonucu önlemenin veya aksini planlamanın imkânı yok mu? Veya, operasyon icra edilirken bu soru soruldu mu?
Bu tür durumlarda alternatifin satın alınması yöntemi izlenir. Ancak bunun için de stratejik derinlik ve stratejik kabiliyet gerekir.
YPG için bir kaçış planı(mız) var mı? YPG`nin kaçış manevrası üzerinde etkili olacak ne tür senaryolar oluşturuyoruz? Mesela YPG ile Amerika arasında bir nefret ilişkisini tetikleyecek strateji örüntüleri oluşturabiliyor muyuz?”
Önce Cengiz Kapmaz`ın kim olduğu üzerinde duralım isterseniz.
Kendisi “Öcalan`ın İmralı Günleri” adında bir kitap yazmıştır ve kitabın önsözü Cengiz Çandar tarafından kaleme alınmıştır.
Bir televizyon programında HÜDA PAR`dan M. Hüseyin Yılmaz`a sesini yükseltmiş ve tehdit diliyle konuşmuştu.
Kendisi PKK`ye yakın yayın organlarında yazılar yazarken KCK operasyonlarıyla tutuklandı; ama bazı çevrelerde “MİT elemanı” olduğu yönünde suçlandı.
Bu alıntıyı okurken YPG`nin oluşum sürecinde Öcalan`ın oynadığı rolü ve C. Kapmaz`ın buna olan katkılarını düşünün derim.
Adam çok şey biliyor.
Özgür Mumcu (Cumhuriyet):
“Hoşunuza gitmeyen açıklamalar yapan hocalar Diyanet`e havale edildi diye içiniz rahat etmesin. Bu laikliği güçlendirmez aksine din devletine giden yolu meşrulaştırır. Hele dinin “doğru” yorumunun yürütmenin başının yetki ve görev alanına girdiği kabul edilmeye başlanırsa.
Asıl sorun liyakati değil bir hocaya biat etmeyi atama kriteri yapan hâkim siyasal İslamcı anlayıştır.”
Bu da “laiklik hassasiyeti fazla” olan bir gazetecinin sıkıntısı…
Adam dini konuların bu şartlarda tartışılmasından dolayı rahatsız, çünkü devletin müdahil olması “din devletine gidişin” göstergesi imiş.
Klasik baskıcı laik zihniyet…
Devlet kontrol etsin ve o kadar baskılasın ki, gündeme gelmediği için zihinlerden de silinsin.
İstedikleri bu!
Akif Beki (Karar):
“Benimsediğim dini yaklaşıma gün doğdu. Fakat sevindiğimi söyleyebilir miyim, hayır.
Ne tek bir hak yorumu var dinin. Ne de hakiki, sahih ve mutlak yorumunun hangisi olduğuna karar verecek bir dünyevi merci, bir atanmış ruhban sınıfı, bir sorgulanamaz fetva makamı...
İlahiyatçılar, mezhepler, cemaat ve tarikatlar arasındaki bir teolojik tartışmada devletin taraf olması, sizden yana bile olsa ‘din bu değil, şudur` demesi sorunlu gelmiyor mu size de?”
Akif Beki`nin benimsediği dini yaklaşımın ne olduğunu sanırım herkes biliyor.
Beki`ye göre tarihselci anlayış dinin en doğru yorumu. Bundan bir süre önce bir şarkıcı/artist ile evlenmesi dini konuda ne kadar hassas olduğunu da gösteriyor aslında.
Şimdi devletin cemaatler ve tarikatlar arasındaki teolojik tartışmalarda taraf olmasını eleştiriyor.
Oysa topu topu 2 yıl önce tarikat ve cemaatlerin devletin kontrolü altında olması gerektiğini yazmıştı.
İki yıl çok uzun bir zaman mı?
Doğu Perinçek (Aydınlık):
“Cumhuriyet Halk Partisi`nin tek başına iktidar olamayacağı CHP yöneticileri tarafından da saptanıyor. Ancak Türkiye`nin Millî Güçleri için, iktidar olma olanağı kesinlikle bulunmaktadır. Bütün mesele, o güçleri hükümet amacıyla birleştirmektir. Burada önderlik görevinin bugün CHP`ye düştüğü açıktır. (…)
Türkiye`yi aydınlığa kavuşturacak Millî Hükümetin programı, Türk Devriminin temel programını ifade eden Altı Ok`ta özetlenmiştir. Vatan Partisi, Tüzük ve Programında Altı Ok`u benimsemiştir. Bu açıdan Atatürk`ün 4 Eylül 1919 günü Sivas`ta kurduğu Devrimin Öncü Partisi, bizim de kökümüzdür. Türkiye`nin bütün Milliyetçi, Halkçı ve Devrimci güçleri, o kökten geliyor. Bu ortak miras, yalnız tarihte kalmış bir hatıra değil, 21. Yüzyıl koşullarında Cumhuriyetimizi yenileyecek güçlerin ortak zeminidir.”
Son zamanlarda hemen her meselede ortaya atılan bir tanımlama var: Yerli ve Milli…
AK Parti-MHP ittifakından sonra bu söylem biraz daha yaygınlaştı.
Tabii bundan kimin ne anladığı da önemli öyle değil mi?
Biz yerliyi, “İnanç ve gelenekten gelen köklerine bağlılık” olarak, “Milli”yi ise “Milleti İbrahim”den yola çıkarak “Ümmeti esas alan” şeklinde anlıyoruz; ama bazıları her iki kelimeyi de “etnik ve kavmi” pencereden bakarak tanımlıyor.
Perinçek gibi bir ulusal-sol ideoloji mensubuna göre CHP de “Milli” güçler kapsamındadır.
Ya da öyle anlaşılsın istiyor.
AK parti-MHP ittifakında kendine yer bulamayacağını anlayınca CHP`ye yanaşmaya çalışıyor.
Ya da…
HDP ile ittifak yapması gündemde olan CHP`yi bu düşüncesinden vazgeçirmek için “verilen vazifeyi” yerine getiriyor.