Son zamanlarda sınavların içeriğinin sürekli değişmesi toplumda olumsuz bir etkiye  neden oldu. Aileler, öğrencilerin nasıl bir davranış geliştireceği konusunda tedirgin.

Bu konuyla ilgili yaptığımız görüşmelerde, “Hocam ne yapacağız nasıl davranacağız vallahi şaşırdık, kaldık; her gün bir şeyler değişiyor, hangi bölüme nasıl gideceğiz çalıştığımız yerlere boşuna mı çalışıyoruz? Soru sayısı az olmasına rağmen neden bir konu sınırlaması yok, bu kadar eziyeti neden çektiriyorlar.” gibi sitemler.

Bu verilerden yola çıktığımızda gerçekten insanımızı, çoğu konuda üzüyoruz. Neden bu kadar üzme gereksinimi duyuyoruz? Anlamış değilim. İnsanlar bir şeyler düşünürken hayal kurarken karşılığının olup olamayacağına bakıyor, eğer gerçekleşmesi mümkün görünmüyorsa yaptığı işi bırakıyor; alternatifler arıyor. Eğitim öyle bir şey ki insanlar, bütün umutlarını yarınlarını ona bağlamış. Alternatifi olmayan bir kriter.

Bu anlamda mezun olan yetenekli vasıflı bireylerin kendi işlerini yapamaması mecburen vasıf gerekmeyen işlere yönelmesi üzücü bir durum. Düşünün yıllarını okumaya vermiş bir insanın atanmaması ya da atanamaması, o kadar uğraşmasına rağmen ekonomik bir standart yakalayamaması bir travma nedeni değil midir?

Öğretmenlik bölümünü bitirip öğretmen olamayan, ilahiyat bölümünü bitirip atanamayan, bu iki kutsal bölümden mezun olan insanların gidip inşaatlarda, şirketlerde çalışması, okul okumayan bireylere tabi olması doğru bir anlayış mıdır? Hani bizler eğitimi önceliyorduk? Eğitimi önceleyen bir toplumun bireylerinin, kendi alanlarının dışına itilmesi mantık ilkelerine uyuyor mu?

Akla şöyle bir şey gelebilir: Okumayan biri okuyana iş veremez mi? Tabi ki verebilir. Fakat tıpçının çaycılık yapması ne kadar doğru değilse öğretmenin veya din kültürü hocasının bu tür işlere mecbur bırakılması da doğru değildir. Buradaki temel sorun, her insanın kendi yeteneğine göre yaptığı işe katkıda bulunamaması. İnsanların kendi yeteneklerine göre işe katkıda bulunmasının önemini Üstad Bediüzzaman şöyle izah eder: Nasıl ki dört-beş adamdan ortak olmak niyetiyle biri gazyağı, biri fitil, biri lamba, biri şişe, biri de kibrit getirip bir lambayı yaksa, her biri ışığa tam sahip olur. O ortaklardan her birinin duvarda büyük bir aynası varsa ışık o aynaların hepsine odayla beraber noksansız şekilde, bölünmeden akseder.

Aynen öyle de ahiret için işlenen amellerde ihlas sırrıyla ortaklıktan, kardeşlik sırrıyla dayanışmadan ve birlik sırrıyla mesai ortaklığından elde edilen bütün sevap ve nurun, o işe katılanların her birinin amel defterine eksiksiz yazılacağına, hakikat ehli şahittir. Bu bir hakikattir. Cenab-ı Hakk`ın engin rahmetinin  ve kereminin gereğidir.

Madem amacımız toplumdaki bireylerin mutluluğunu sağlamak, o zaman bireylerin ihtiyaçlarını, sıkıntılarını, yeteneklerini dikkate alıp onların mutluluklarını sağlamak olmalı. Elimizden geleni yapıp kardeşlik duygusuyla hareket ettiğimizde Rabbim işlerimizi kolaylaştıracaktır.

İnsanların mağduriyetlerini, tercihlerini dikkate almadan zorluklar çıkarmak kolay bir iş fakat önemli olan insanların gönlüne girmek gönül dünyalarında yer edinebilmek. Bakın Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli bütün gönüllerde yer etmiş, gönüllerin fatihi olmuşlardır. Belki birçok padişah, kral, belli bir döneme hüküm edip ismini tarihin sayfalarına yazmış olabilir; fakat öyle insanlar da var ki hiçbir makama sahip olmadan yaratılışın amacını anlayarak, yaşayarak isimlerini insanların gönüllerine yazmıştır.

Selam ve dua ile...