Çoğu zaman toplumda yaşanan hadiseler insanları düşündürerek farklı iklimlere götürür. Bunlardan biri ekonomik hadiselerdir. Bu anlamda konuşulanlara bakıldığında, ‘`Önümüz kış, çocuklar okula gidiyor, nasıl kaynak alacağız, nasıl harçlıklarını vereceğiz, elektriğe doğalgaza zam geldi nasıl ısınıp aydınlanacağız, nasıl kira vereceğiz, nasıl ilaç alacağız artık çarşıya pazara çıkamıyoruz. ‘` gibi cümleler başını alıp gider.
Bu cümleler toplumsal realitenin bir işareti. Demek ki toplumsal bir mutabakat yok.
Böylesi cümleleri duymak ister miyiz? Kesinlikle kimse duymak istemez. Peki, duymak istemediğimiz bu sorunların çıkış nedeni ne? Konjonktür mü, yoksa birey ya da yönetimsel sorunlar mı? Tartışılır.
Her ne kadar insanlar kendi psikolojilerinden hareketle çeşitli sorunları dile getirse de toplumda bazı sorunların olduğu inkâr edilemez. Bunu inkâr etmek doğru olmaz neden diye düşünebiliriz. Çünkü insanın olduğu yerde sorun vardır. Sorunlar insanla başlar, insanla çözülür, insanca çözülür.
Sorunlar üzerinden yola çıkıp bir anlayış ortaya koymaya çalışırsak sorunları ikiye ayırabiliriz. Sorunlar ikiye ayrılınca anlayışlar da iki şekilde olur: Birincisi her sorunu daha da derinleştirenler: Bu tip insanlar her zaman sorunları çözmez, sorunun kıyısından köşesinden tutarak bilinçli bir şekilde zaman kazanmaya çalışır.
İkincisi ise ‘`And olsun sizi biraz korku, biraz açlık, biraz can ve biraz maldan eksilttik sabır edenleri müjdele.” ayetini referans alanlar.
Bu iki anlayış biçimini karşılaştırdığımızda birinci anlayışa sahip olanlar, her zaman sıkıntıları soruna çevirirken ikinci anlayış sahipleri bu dünyanın cennetten ibaret olmadığını sorunların cennetten başlayıp dünyayla sabitlendiğini düşünüp canın da malın da bütün sıkıntıların, bütün mükâfatların, Allah`tan geldiğine inanır.
Bu anlamda kimi ekonomide olduğu gibi krizleri fırsata çevirip mal mülk elde etmeye çalışırken mülkiyet hırsıyla şiiri, müziği kısacası sanatı öldürür. Kimi ise bu sıkıntıları görüp hayır hasenat yaparak manevi kazanımlarını sağlamlaştırıp bir sanat icra eder. Bu pratiği yapmak kolay değil; karakter ister, maharet ister, samimiyet ister, tevekkül ister.
Tevekkülden yoksun olanlar genelde pragmatist düşünüp sorunları hep dışsallaştırır.
Nasıl mı?
Senden olmasaydı altınlarımı, dövizimi bozmayacaktım, senden olmasaydı; şunu yapmayacaktım, bunu yapmayacaktım, şimdi bir sürü kazancım olacaktı. Nerden seni tanıdım keşke seni tanımasaydım, şimdi kafam kulağım rahat olurdu.
Bu anlayış biçimi bana Uhud Savaşını hatırlatıyor, kimi dünya malına tamah ederek yanlış yaparken kimi de ‘`Biz dedik, gitmeyin; bizi dinlemediniz, dinlemiş olsaydınız böyle olmazdı.`` diyerek kendini akıllı görenler. Sosyolojik olarak bu sorunun tarzına baktığımızda tarih boyunca insanlarda bir rızık ve ölüm korkusu olduğunu söyleyebiliriz. Oysaki bu iki durum birbirine bağlı ve yaratanın garantisindedir. O, dilemedikten sonra bu iki durumu değiştirmek imkânsızdır. Kimin, kimin rızkını yediği, kimin, kimin rızkına engel olduğunu daha iyi anlamak için bu örneği iyice okuyup lütfen tefekkür edelim.
Enes (ra) anlatıyor: Peygamber zamanında iki kardeş vardı. Birisi (ilim için) Peygamber`in meclisine devam eder, diğeri ise işe giderdi. İşe giden kardeş, Peygamber`in meclisine devam eden kardeşini Resûlullah`a şikâyet etti. Peygamber de “(Ne biliyorsun) belki de onun sayesinde sana rızık veriliyordur!” dedi.(T2345 Tirmizî, Zühd, 33)
Selam ve dua ile…