İslam dünyası, küresel güçlerin sahnelediği bir tiyatro oyununun alanı haline gelmiş durumdadır. Bir sözü olduğuna inanan hemen herkes maalesef bu oyunda yer almak istiyor. Roller dağıtıldığında ise curcuna başlıyor.

Hepimiz aynı sahnedeyiz.

Çoğu kez seçmediğimiz rollere zorlanır, itiraz eder; ama senaristlerden daha çok, rollerine zorlanan diğer oyunculara kızarız. Hatta bazen oyuncuları gözümüz kesmez, hıncımızı figüranlardan çıkarmaya kalkışırız.

Bize verilen gözlüklerle acıları bile kategorilere ayırır, çocuk ölümlerine “stratejik” açıklamalar getiririz utanmazca.

Sessizliğin bile bazen erdem olduğunu unutur, sesimiz ve sözümüzle dünyayı kirletiriz.

Ama bunun önemsiz bir şey olduğunu düşünürüz; neticede bu bir tiyatro, öyle değil mi?

İçimizde rollerini özümseyip onun çerçevesinde düşünmeye başlayan hatta bu doğrultuda stratejilere sahip olduğunu düşünenler de vardır. Tabii bu düşünceye sahip olmalarında “oyun kurucuların” etkisi büyüktür. Dönemsel olarak birilerinin çıkar hesapları için önümüzün açıldığını düşünmez, temel dinamiklerimiz yerine ayrıntılar üzerinden kendimizi ve çevremizi tanımlamaya kalkışırız.

Sahnedeki her şey yapaydır.

Dostluk ve düşmanlık gösterilerinde aşırıya kaçıp yer yer senaryo dışı bir söyleme yöneldiğimizde yönetmenin çatık kaşlarıyla kendimize geliriz.

Herkes rolünü de yerini de bilecek!

Yönetmen ve yapımcılar olmadan sudan çıkmış balığa döneriz, diye düşünürüz.

Bir kâbus bu evet; ama maalesef uyanma çabası yerine rüyayı sahiplenme yoluna gidiyoruz.

Oyunbozan olmamız gerekirken “oyunbozanlığın psikolojik bir bozukluk olduğu” yolunda bilimsel herzeler savuruyoruz.

Filtre edilmemiş bilgi ve görüntülerle karşılaşıp itiraz etmeye kalkıştığımızda uyarılıyor, direttiğimizde farklı usullerle ikna ediliyoruz. Daha da ısrar ettiğimizde önümüze yedek senaryolardan biri konuyor ve kısa sürede hazırlanıp sahneye çıkmamız isteniyor.

Ne Halep`ler, ne Gazze`ler dokunuyor yüreğimize; ama konjonktür ya da reel politik denen palyaço maskeleriyle yüzümüzde beliren acının kırışıklıklarını gizleyebiliyoruz.

Yüreğimizin sessizce ağlayan parçasına pişmanlıklar ve çaresizlikler ile bakakalıyoruz.

Evet, bu bir küresel tiyatro ve nefes sayıcılarımız “oyun bitti!” deyip bizi tarifsiz elemlerin kucağına atmadan önce bizim hamlede bulunmamız ve oyunu bitirmemiz gerekiyor.

“Biz oyun oynuyorduk, hadi yeniden başlayalım” dediğimizde “hazır gözetleyiciler” bunu kabul etmeyecek, sözün bittiğini söyleyecek ve “Dünya hayatı zaten bir oyun ve eğlenceden ibaretti” diyecekler.

Dizleri dövmenin anlamı yok!

Yaptıklarımızın ve yapmamız gerekip de yapmadıklarımızın hesabını vereceğiz.

Debdebe ve şaşaalarına bakıp da yenilmez sandıklarımız da hesap verecek.

Sözler ve yüzler ne kadar süslense ve maskelerle gizlense de o gün fayda vermeyecektir.

“Suçlular simalarından tanınırlar da perçemlerinden ve ayaklarından yakalanırlar.” (Rahman/41)

İşte bu tiyatro değildir!