Siyonist terör rejiminin çağrı cihazları ve diğer bazı elektronik araçların patlatılması ile başlayan Lübnan saldırısı “yeni savaş konsepti” konusunda tüm dünya için uyarı niteliğinde.

Aslında zaten Siyonist rejim, insanlı-insansız hava araçları, füze teknolojileri ve diğer konvansiyonel silahlar konusunda bölgesel ve küresel anlamda birkaç level üst kategoride yer alıyordu. ABD’nin verdiği destekle de hem silah hem de finansman sıkıntısı ile karşılaşmadığı için rahat hareket ediyordu.

Sosyal medya ağlarından elde edilen devasa orandaki verileri çözümleme ve bundan askeri ve istihbari anlamda kazanç sağlama konusunda sınırsız bir krediye sahipti.

Ama buna rağmen farklı etkenleri de devreye koymaktan geri durmadı.

Lübnan özelinde konuyu değerlendirirsek biraz geriye gitmemiz gerekecek.

2019’da Lübnan’da ciddi bir ekonomik kriz baş gösterdi.

Çok parçalı Lübnan siyasi yapısı bir krizi çözebilecek güç ve yeteneğe sahip değildi. Ekonomik kriz, zaten devam eden siyasi krizi biraz daha belirginleştirdi. Finansal anlamda yaşananlar ve spekülasyonlar sokağı da hareketlendirdi.

O sıralarda Beyrut’ta liman bölgesinde büyük bir patlama gerçekleşti.

Yüzden fazla kişinin öldüğü, 3 binden fazla kişinin yaralandığı patlamayı Beyrut Valisi “Hiroşima ve Nagazaki’ye” benzetti.

Şiddet ve yıkımın travmasını tüm hücreleriyle yaşayan nesil daha yaşıyorken Beyrut’u sarsan patlama, krizlerin alevlenmesine neden oldu. Bankalar bir süre kapandı.

Lübnan polisi, daha önce el konulan patlayıcıların patladığını açıklarken, Hizbullah, patlayıcıların kendilerine ait olduğu yolundaki iddiaları reddetti.

Patlamanın sebebi “kapıya kaynak yapılırken sıçrayan ark” olarak açıklanırken, patlayan amonyum miktarının 2 bin 750 ton olduğu ve 2013 yılından beri aynı depoda tutulduğu ortaya çıktı.

Mesele “ihmaller zinciri” olarak kayıtlara geçti ve soruşturma sonucunda farklı bir açıklama yapılmadı.

Olayın “MOSSAD bağlantısı” iddiası üzerinde kimse durmadı. Oysa siyasi arenayı bile sarsan patlama, Lübnan’ın kırılgan yapısında çatlakları daha da derinleştirmişti.

Siyonist terör rejimi hazırlık yapıyordu.

7 Ekimdeki Aksa Tufanı operasyonuna geldiğimizde Lübnan nispeten durulmuş gibi görünüyordu.

Aksa Tufanı operasyonunun ilk hamlesinin istihbarat merkezine yönelik olduğu ve elde edilenlerle Gazze’deki “casus yapılanmasının” ortaya çıkarılıp temizlendiği bilgisi çok sonra ortaya çıkacaktı.

Gazze, tarihin gördüğü en vahşi saldırılara muhatap olduğunda, Lübnan, kendilerinin de hedef alınacağını fark etmiş ve hazırlıklara başlamıştı. Ama Hizbullah’ın Suriye savaşındaki yıpranmışlığını ve Lübnan’ın kırılgan yapısıyla beraber yaşadığı krizleri Siyonist çetenin derinlemesine tahlil ettiği ortaya çıktı. Lübnan’dan çok Suriye’deki İran ve Hizbullah merkezlerinin hedef alınması, Lübnan’da bir kendine güvene neden olmuş ve bu da Siyonist terör rejimi istihbaratının daha rahat çalışmasına neden olmuştu.

Aslında Salih Aruri’nin vurulması ciddi bir toparlanma ve yenilenmeye neden olmalıydı; ama olmadı.

Siyonist terör rejimi yeni bir savaş konseptini devreye koymuş, terör eylemleri, istihbarat çalışmaları ve diplomasiyi aynı anda alana sürmüştü.

Bir tarafta sadece insan öldürmeye odaklandığı ve hiçbir değer ve kuralı tanımadığı için protesto ediliyor, soykırım suçuyla yargılanıyor; ama öte tarafta “müzakere” adı altında uzlaşmaya taraf olduğunu iddia ediyor, birilerini oyalarken, dünyaya makul bir resim verme çabasına girişiyordu.

Gazze’de direnişi bitiremedi, rehineleri kurtaramadı ve tahminlerinin çok üstünde kayıplar verdi. Elinde 17 bini çocuk olmak üzere çok sayıda kişinin kanı ve yıkılan bir şehirden başka bir şey yoktu.

Hizbullah büyük darbe aldı; ama bu arada siyonistin savaş konsepti de ortaya çıktı.

Siyonist rejim, Hizbullah’ın “kontrollü savaş” stratejisini sonlandırması ve devreye koyacağı “yeni savaş konsepti” karşısında ne yapacak?