İşgalci çetenin Filistin’de devam eden infazları ve gittikçe dozajı artan yerleşimci terörü direnişin tek seçenek olduğu yönündeki görüşleri iyice güçlendirdi.
Tüm müzakerelerin, uluslararası anlaşmaların, protokollerin, Siyonist terör çetesi tarafından kolaylıkla bir kenara bırakılabileceğini, rejimin faşist yasalarla “apartheid” olma özelliğini iyice görünür kıldığını artık herkes görmüş durumda.
Bu durumda beklenen Filistin ile birçok açıdan bağı bulunan ülke ve halkların terör rejimine tavır alması ve tüm imkanlarıyla mazlumlara destek vermesidir.
Ama maalesef öyle olmuyor.
Arap dünyasının bir kısmında yeni jenerasyonun, “yeni milliyetçilik” akımını, ilkesiz, ahlaki değerlerden yoksun, inanç değerlerini önemsemeyen, tümüyle çıkarcı bir zeminde yaşaması “Filistin davasının” artık bir “ayak bağı” olarak görülmesine neden oldu.
Bin Zayed ve Bin Selman bu yeni jenerasyonun öne çıkan isimleridir.
Bu akla göre Arapların artık körfezden çıkıp dünya siyasetinde daha güçlü aktörler olma, ticarette petrol bağımlılığından kurtulma ve “başka şeylerle” tanınmanın zamanı gelmiştir.
Özellikle Trump sonrası Amerikan politikası bu hedefi daha belirgin hale getirmiştir.
Suudi’nin Hindistan ve Çin’i yeni ortak olarak belirlemesi, Rusya ile büyük silah anlaşmaları yapması, Amerika’yı tedirgin etti. Körfezde sürekli İran ile gerilim yaşayan, Yemen’de karşı karşıya gelen bir Suudi yerine, “yakın çevredeki” sorunları minimuma indirmiş, küresel vizyon projelerine sahip bir Suudi…
Bu noktada en önemli sorun Filistin gibi görünüyor.
Dünya ticaretinde söz sahibi olabilmek için küresel sermayeyi kontrol eden “Yahudi barajlarını” aşmak gerekiyor ve bu noktada Filistin “ayak bağı” olarak buna engel oluyor.
Bundan kurtulmak için adımlar da atıldı aslında.
Suudi öncülüğünde Filistinli grupları masaya oturtmanın amacı aradaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak ve işgalci çeteye karşı daha sağlam durmalarını sağlamak değildi. Israrlı bir şekilde Abbas ve arkadaşlarının hakimiyetindeki grubun “çatı yapılanma” olarak kabul edilmesi için direniş gruplarına baskı yapıldı.
Aslında HAMAS da söyleminde yumuşamaya giderek “Yeni siyaset belgesi” yayınladı ve ‘1967 sınırlarında bir Filistin devletine’ razı olacağını açıkladı.
Siyaset Belgesinde “HAMAS, çekişmenin dinleri sebebiyle Yahudilerle değil Siyonist projeyle olduğunu vurgular ve HAMAS, Yahudi oldukları için onlarla bir çekişme yürütmemektedir, saldırgan işgalci Siyonistlerle mücadele etmektedir” denildi. Ki bu aslında bir Siyonist olmayan bir Yahudi devletiyle komşu olarak yaşayabileceklerini ima etmek demekti.
Ancak süreç, Siyonist işgal çetesinin ne demokratının ne de fanatiklerden oluşan gruplarının “iki devletli çözüm” fikrine sıcak bakmadığını ortaya koydu. Yani terörist apartheid rejimi içerisindeki iktidar da muhalefet de “Filistin devleti” ifadesini hiçbir şekilde kabul etmiyor.
Terörist işgal çetesinin razı olduğu, silahı olmayan, uluslararası bağlantısı olmayan, havaalanı olmayan, olsa bile Siyonistlerin kontrolünde olan ve küçük birkaç yerleşim yerinden ibaret olan ve aslında hiçbir şey olmayan bir şey…
Filistin’de son zamanlarda direnişin yoğunlaştığı Batı Yaka’da Abbas’ın polislerinin direniş elemanlarını tutuklamaya kalkışması, Abbas’ın az önce sözünü ettiğimiz yönetim modeline razı olduğunu da ortaya koyuyor.
Abbas’a direnişle mücadele için Körfezden para, Amerika’dan ise büyük çapta mühimmat ve malzeme geldiği haberlerini göz önüne aldığımızda yeni hedefi de tam olarak anlarız.
Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın “Yeni Arap milliyetçiliği” için bir anlam ifade etmediği, Filistin meselesinin de “ayak bağı” olarak görüldüğü bir ortamda, Suudi’nin “normalleşme adımlarını” hızlandırması hiç garip olmayacaktır.
Mevsim sonbahar; ama yeni bir baharın gelmesi ve bölgeyi ısıtması her an mümkündür.
“..Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, şüphesiz onların yerine daha iyilerini getirmeye bizim gücümüz yeter ve kimse bizim önümüze geçemez.” (Mearic/40-41)