Netanyahun öncülüğünde kurulan ırkçı aparteid hükümeti hedefleri ve uygulamalarıyla dışarıda olduğu kadar işgal altındaki topraklarda da tepkilerin hedefi olmaya devam ediyor.
Batı Yaka’da yeni işgal planları ve yerleşim için inşaat kararı alındığında fanatik Yahudileri memnun edeceklerini biliyorlardı. Diğer kesimlerin ise buna ses çıkarmayacağı, Amerika’nın sessiz kalacağı, AB’nin dozu düşük bir kınamada bulunacağını iyi biliyordu işgalci terörist hükümet.
Ama “yargıda reform” adı altında Netanyahu’ya yolsuzluklardan yargılanmaması için kanuni zırh oluşturma çabaları büyük tepkilere neden oldu. Bunun sistemi diktatörlüğe doğru götürdüğünü düşünen muhalefet ve sivil kuruluşlar kadar asker ve istihbaratın da içinde olduğu “Güvenlik bürokrasisi” de sesini yükseltti. Hatta Amerika yönetiminin de Netanyahu karşıtı gösterilere destek verdiği iddia edildi.
Savunma bakanı görevden alındı, eski askerler “iç savaş” tehlikesinden söz ettiler.
Bu arada mübarek Ramazan ayına girdik.
İşgalci teröristler hem her Ramazanda yaptıkları gibi Mescid-i Aksa’ya baskınlar düzenleyerek Müslümanları rahatsız etmek hem de kitlesel gösterileri bertaraf etmek için saldırıya geçtiler.
Mescidin içinde ibadet halindeki insanlara vahşice saldırdılar, yüzlerce kişiyi yaraladılar, yüzlerce kişiyi alıkoydular.
Kudüs’ün şerefli Müslümanları bu şeref dahil tüm insani değer ve erdemlerden yoksun olan insan kılıklı yaratıklara karşı imkanları ölçüsünde direndiler.
Teröristler bu kez farklı davranıyor, saldırılara ara vermiyorlardı.
Yeni bir plan konulmuştu devreye: Halilurrahman Camii planı…
25 şubat 1994’te Barush Goldstien adındaki terörist namaz kılan Müslümanlara planlı bir silahlı saldırı gerçekleştirmiş ve çok sayıda Müslüman şehid edilmişti.
İşgalci terör rejimi olayları bahane ederek bir süre camiye girişi yasaklamış, ardından da bir kısmını Yahudi havrası olarak faaliyete sokmuştu. İslam dünyasındaki cılız tepkilerden cesaret alan işgalci teröristler adım adım camiyi küçültmüş ve son olarak üçte birlik bir kısmında ibadete izin verir duruma getirmişlerdi.
İnfaz, alıkoyma, işkence gibi terörist faaliyetlerle el Halil halkının bir kısmını şehir merkezinden ve cami çevresinden uzaklaştıran terörist çete şimdilerde Müslümanların camiye girmesine müsaade etmiyor.
Mescid-i Aksa için de benzer bir süreci yürütmeye çalışıyorlar.
Sürekli baskınlar yaparak, şiddet uygulayarak Müslümanlara, Harem-i Şerifin bazı günlerde Yahudilere tahsis edilmesini kabul ettirmeye çalışıyorlar.
İslam konferansı teşkilatının, Arap Birliğinin, Kudüs ve Mescid-i Aksa ile ilgili uluslararası sözleşmelerden kaynaklı haklı olan Ürdün’ün verdiği cılız tepkiler de işgalci teröristleri daha da cesaretlendiriyor.
Eğer haftanın sadece bir günü için bile Harem-i Şerifin Yahudilere tahsisini kabul ettirebilirlerse bunun devamının geleceğini ve Halilurrahman Camii’nde yaşanan sürecin gerçekleştirileceğini düşünüyorlar.
Ama terörist katillerin hesaba katmadıkları şeyler var.
İkinci İntifada “Lübnan kasabı” olarak bilinen ve Sabra-Şatilla kamplarındaki büyük katliamı koordine etmesiyle tanınan Şaron’un necis ayaklarıyla Harem-i Şerifi kirletmesi sonrası başlamıştı.
Üçüncü intifadanın ayak sesleri geliyor.
İşgalci katiller büyük bir kibir ve zafer sarhoşluğuyla hareket ediyor.
Yeni bir intifadanın taşlarla değil de kurşunlarla olacağını ve bunun bu kez sessiz kalan diktatörleri tahtından edeceğini, işgalci teröriste karşı küresel bir öfkenin devreye gireceğini göremiyorlar.
Gücü tükenen müminlerin yakarışı elbet karşılık bulacaktır.
Tüm plan ve tuzaklar Allah’ın plan ve tuzakları karşısında boşa gidecek, işlevsiz kalacaktır.
“Hani kafirler seni bağlayıp hapsetmek, öldürmek veya (yurdundan) çıkarmak için tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarken Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Enfal/30)