Deprem, artçılar ve yine deprem…

Karanlık, soğuk ve dinmeyen sarsıntılar…

Yer sakinleşmiyor bir türlü.

İğneyle kuyu kazar gibi bir çaba harcanıyor ve enkaza dönmüş yapının bir yerlerinde bir canlı çıkarılıyor.

Herkes sevinçli, en azından bir kişi nefes almaya devam ediyor diye.

Çabalar artıyor, zamana karşı bir yarışa girişiyor aciz insan ve tıbbın izah edemediği şeyler gerçekleşiyor, günler sonra birileri “kurtarılıyor” enkazdan.

“… Şüphesiz Allah dilediğine hesapsız rızık verendir.” (Al-i İmran/37)

Ama zaman geçiyor ve artık umutlar tükenmeye başlıyor. Enkaza sadece “enkaz” gibi davranmak ve cesetleri almak için iş makineleri devreye giriyor.

Sonra yine deprem…

Hem yerler hem yürekler hem de zihinler sarsılıyor.

Ürpertici bir korku, çabaları, umutları sarsıyor.

Ama birileri sarsılmamalı, sağlam durmalı ve “ayakta durmakta zorlananlara” destek olmalı ki sarsıntıların etkisi azalsın.

Dağ gibi durmalı birileri.

Ne suçlayanlara ne de suçlananlara takılmadan sadece “rızayı ilahi” için çabalamalı birileri.

Çaba harcamak yerine suçlamalarla ortalığı bulandırmak isteyenler şeytana kulak kabarttığını, kalbini vesveselere açtığını bilmeli.

Eğer suçlu arayacaksak hepimiz suçluyuz.

Hepimizin tevbe ve istiğfara, önce kendimizi sonra çevremizi sorgulamaya ihtiyacımız var.

Kaybettiğimiz kanaatkarlığımız için, doymak bilmeyen hırslarımız için, farklı isimler vererek rüşvet aldığımız ve rüşvet verdiğimiz için tevbe etmeliyiz.

Ölümü unuttuğumuz için, çalıyı ortadan kaldırmayı değil de dolanmayı seçtiğimiz için, gereksiz yere çekiştiğimiz için…

Kendimiz, dostlarımız, taraftarı olduklarımız için yalanı normalleştirdik, masumlaştırdık.

Aslında şehrimizde, coğrafyamızda gördüklerimiz ve yaşadıklarımız dolayısıyla çok uzun zaman önce sarsılmalıydı zihinlerimiz; ama biz başka şeylere odaklandık.

Dünya günleri devam etti ve büyük sarsıntılar bir anda geleceğe dair tüm hesapları, hayalleri altüst etti.

Adına maddi planda deprem dedik ama mana aleminde birileri ecel saatinin dolmasıyla dünyadaki işlerini bitirip gitti.

Kimileri ise geleceğe dair büyük beklentiler, büyük hesaplar içindeydi ve her şeyi yarım bırakmak zorunda kaldılar.

Kalanlar ise…

Sabır kadehinden içmek zorunda kalacak.

Önce kendilerini suçlasın herkes; ama adilce ve kayırmadan.

Tüm şahitlerin getirileceği ve kimseye haksızlık edilmeyecek olan “büyük mahkeme” ise hepimizin önünde.

Tevbe etmek ve istiğfarı artırmak gerekir.

Yazımızı Üstad Bediuzzaman’ın tevbe ve istiğfar ile ilgili sözleriyle nihayete erdirelim:

“Ey insan! Senin elinde gayet zayıf, fakat seyyiâtta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa cüz’i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duâyı ver ki, silsile-i hasenâtın (iyilikler zincirinin) bir meyvesi olan Cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiâttan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin (lânetlenmiş ağacın) bir meyvesi olan zakkum-u cehenneme yetişmesin. Demek, duâ ve tevekkül meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelan-ı şerr-i keser, tecavüzatını kırar.”