Birinci Dünya savaşının görünen nedeni olarak Avusturya-Macaristan veliahdının bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi zikredilir; ama bununla beraber asıl nedenin emperyalistler arası “pasta paylaşımı” olduğu söylenir. Özellikle de Almanları, büyüyen ekonomik güçleri ile orantılı olmayan sömürge alanları rahatsız ediyordu.

İdeoloji eksenli İkinci Dünya Savaşında da benzer bir durum vardı. İtalya’nın Afrika’ya çıkarma yapması sömürge kapma mücadelesinin göstergesi iken, Almanya bu kez savaşı sömürgelerde yapmak yerine sömürgecilerin topraklarına taşıdı.

Büyük bir yıkım ve tahribat yaşandı Avrupa’da.

İdeoloji savaşlarında bir süre sonra müttefikler karşı kamplara geçti ve “soğuk savaş” dönemi başladı. Casuslar savaşı da denilen bu dönemde NATO ve Varşova Paktı ülkeleri, Amerika ve Rusya’nın öncülüğünde silahlanma yarışına girdiler.

Bu arada paktlar arası gerginlikler yaşansa da iş hiçbir zaman savaş aşamasına kadar gelmedi; ama aslında “alan dışı savaşlar” hiç bitmedi.

Amerika, Kore ve Vietnam’da savaşırken, Rusya ise Macaristan ve Çekoslovakya’yı işgal etti.

80’lerden itibaren hedefte İslam Dünyası vardı.

Bir tarafta Rusya Afganistan’ı işgal ederken diğer tarafta Amerika, “barış gücü” adı altında Lübnan’a asker yığıyor ve işgalci Siyonist çeteyi rahatlatmayı hedefliyordu.

Komünizmin çöküşü ve Varşova Paktının dağılması sonrasında yoğun bir Amerikan hegemonyası dönemi başladı. Artık işgal ve katliamlarına ses çıkaracak büyük bir güç kalmamıştı.

Amerika, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Orta Amerika ülkelerinde fiili işgal hareketlerine girişti. “Arka bahçe” diye tabir edilen bölgelerde kirli savaşın her çeşidi yaşandı.

Bazılarına göre tek ve rakipsiz güç haline gelmişti Amerika ve bundan dolayı artık “tarihin sonuna gelindiği” iddia ediliyordu. Amerika’nın eliyle Batı’nın liberal değerleri küreselleştirilecek ve her topluluğa kabul ettirilecekti.

Francis Fukuyama, “Tarihin sonu mu?” makalesinde bunu açıkça dile getirdi: “İdeolojiler bitti, tarih sona geldi, kazananlar belli. Belki de sadece Soğuk Savaş’ın ya da savaş sonrası dünya tarihinin sona ermesine değil, fakat insanoğlunun ideolojik evriminin son noktasına ulaşması ve beşeri yönetim biçiminin son evresi olan Batılı liberal demokrasinin evrenselleşmesi anlamında tarihin sonuna tanıklık etmekteyiz.”

Irak diktatörü Saddam’ın önce semirtilmesi, ardından da cezalandırılması, Ortadoğu’dan başlayarak dünyanın hizaya getirilmesi projesinden başka bir şey değildi. Amerika buna “Yeni Dünya Düzeni” adını verecekti.

Ama bazı problemler ortaya çıktı.

Bosna savaşında yaşanan soykırımlar, Kuzey Afrika’da özellikle Cezayir’deki hareketlenmeler, intifada hareketleri Batılı Liberal demokrasilerin aslında ne kadar da kirli ve zalim bir yüze sahip olduğunu ortaya koydu ve tepkiler özellikle bir “İslami uyanışı” beraberinde getirdi.

Bu kez de devreye “Medeniyetler çatışması” tezi sürüldü, İslam Dünyası ve Çin hedef olarak gösterildi.

Rusya’nın Putin ile yeniden ayağa kalkması ve önce bölgesel ardından da küresel ölçekte politik alanlarda belirleyicilik kazanması kısa sürede batı açısından bir “sorun” olarak görülmeye başlandı.

Öyle ya Sovyetlerin çöküşüyle Avrupa’dan elini eteğini çeken Rusya yine de çevresinde büyük bir alanı kontrol ediyor, özellikle Orta Asya’da Amerika’nın kontrol alanları oluşturmasına imkan vermek istemiyordu.

Sorun askeri olduğu kadar ekonomik boyutlar da içeriyordu.

Yeni emperyalizm komplike olduğu kadar daha dikkatli bir profil sergiliyor.

Devasa teknolojilere sahip de olsanız, enerji, gıda ve su kaynaklarına sahip olmadığınızda ya da erişim sıkıntısı yaşadığınızda büyük sorunlarla yüz yüze kalırsınız ki, Avrupa şu anda bunu tecrübe etmektedir.

Ukrayna konusuna bir de bu açıdan bakmak gerekir.