Sovyetler Birliğinin dağılması sonrası “Doğu ve Batı blokları çekişmesi” de fiilen ortadan kalktı.

Artık sadece “Batı bloku” vardı ve bu blok varlığını sürdürebilmek için düşman üretmeye ihtiyaç duyacaktı.

İslam Dünyasına yönelik işgal hareketleri de o yıllarda hız kazandı.

ABD’nin “Yeni dünya düzeni” diye isimlendirdiği; ama düzensizlik ve kaostan başka bir şeye sebep olmayan siyasi süreç birçok teorinin de tartışılmasına zemin hazırladı.

Tarihin sonu ile “Liberalizmin mutlak zaferini” ilan edenler olduğu gibi, “medeniyetler çatışması” tezi ile kültürleri çatıştıran ve yine Batı’yı “mutlak muzaffer” kabul ederek dünyayı okuyanlar oldu. Küreselleşmenin yeni bir dil ve din geliştireceğini ve kimsenin bunun karşısında duramayacağını iddia eden post modernist teoriler…

Tüm karmaşa, yıkım ve başıboşluğa rağmen Müslüman özgüveniyle dünyaya bakan M. J. Akbar gibileri şunu söylüyordu: "Batı'nın bundan sonra karşılayacağı meydan okuma kesinlikle Müslüman âlemindan gelecektir. Yeni bir dünya düzeni için mücadele, Mağrib'den Pakistan'a kadar Müslüman milletlerin faaliyet ve tesir sahasındaki bu âlemde başlayacaktır.”

Bunun ayak seslerini duyan batılı stratejistler 2000’li yıllarda farklı bir planı devreye soktular: İslam Dünyasında iç savaş…

Bazen diktatörlerin hırsları, bazen etnik ve mezhebi farklılıkların çatışma sebebine dönüştürülmesi, bazen de marjinal örgütlere alan açarak plan başarılı bir şekilde yürütüldü.

Bu arada Rus etnik kimliğinin Sovyet kafasıyla bir araya gelmiş hali olan Putin’in varlığı kültürel ve fiziki “Batı yayılmacılığına” tehlike olmaya başladı.

Gerek Balkan ülkelerinin gerekse de Polonya, Macaristan ve Çek+Slovakya’nın AB ve NATO şemsiyesi altında buluşması zaten Rusya’yı rahatsız ediyordu; ama çok farklı bir bağa sahip oldukları Ukrayna’nın Amerika için askeri üs haline gelmeye başlaması ipin kopmasına neden oldu.

Polonya ve Macaristan’da iktidarın, Avrupa’nın diğer ülkelerinde ise sağ hareketlerin Rusya’ya sıcak mesajlar vermesi de AB açısından “savaş bahanesiyle” Rusya’nın tecrit edilmesini gerektiriyordu.

Batı savaş öncesi açıkça Ukrayna’ya taraf olduğunu ilan etti.

Rusya’nın enerji kozunu kullanacağını bilmesine rağmen savaş sırasında Ukrayna’ya her türlü silah desteğinde bulundular.

Uluslararası çapta yaptırımlar devreye kondu.

Aslında Batı, Ukrayna üzerinden giderek Rusya’yı biraz daha doğuya itiyor.

Rusya da Çin’e daha fazla yaklaşıyor, Hindistan ile yakınlaşıyor, elindeki imkânlarla Uzakdoğu’ya göz kırpıyor.

Peki Rusya’nın gerçekten doğuya dönmesi Batı’nın ne kadar çıkarına olacak?

Batı’daki siyasetçiler ve strateji uzmanları Ukrayna savaşının uzun sürmeyeceğini, Rusya’nın Batı’nın devasa silah desteğine sahip Ukrayna karşısında bir süre sonra strateji değiştirip “düşük yoğunluklu” bir savaşa gireceğini, Rusya’nın iç siyasetinde Putin karşıtlığının güçleneceğini düşündü ve hesaplarını buna göre yaptılar.

Ama ortaya çıkan tablo farklıydı.

Rusya büyük bir petrol ve doğalgaz ihracatçısı olduğu gibi, gıda konusunda da önemli bir üreticiydi. Elindeki imkanlarla diğer ülkelerle yerel paralarla ticaret anlaşmaları yapması, Euro ve Doları bir tarafa bırakmaya başlaması Batı’da sessiz bir paniğe neden oldu.

Rusya’nın Çin, Hindistan ve Uzakdoğu’nun bazı ülkeleri ile girişeceği ve ikili para birimlerinin kullanılacağı ticaret, Batı’nın devasa gelirlerine büyük darbe vuracaktır.

Enerji krizinin etkilerinin hissedilmesiyle nükleer enerjiye tekrar dönülmesinden söz edenlerin “Avrupa değerleri” üzerinden dünyaya artık söyleyeceği bir sözleri de kalmayacaktır.

Ve uzun vadede ise Rusya’nın doğuya itilmesi ile Batı’da ortaya çıkacak krizlerin yaşam tarzlarını etkilemeye başlaması, sağın güçlenmesiyle Avrupa’nın içinde yeni Rusyaların filiz vermesine neden olacaktır.