Amerika dünyanın birçok yerinde kirli istihbarat faaliyetleriyle kaos ortamları oluşturuyor, devşirme kişi ve kurumlar yardımıyla da siyasetleri dizayn etmeye çalışıyor.
Son dönemlerde İslam coğrafyasında faaliyetlerini yoğunlaştırdı ve önemli üsler edindi.
Özellikle Afganistan ve Pakistan, Amerikan istihbaratı için önemli merkezleri oluşturuyor. Buralardan derlenen bilgilerle bölgede silahlı operasyonlar yapıyor, suikastlar gerçekleştiriyor.
İran karşısında farklı yollara başvursa da oradaki istihbarat faaliyeti etkili bir karşı koymayla sık sık sekteye uğruyor. İran`da son 10 yıl içerisinde doğrudan CIA hesabına çalışan 30 kadar istihbaratçının deşifre edilip tutuklandığını göz önüne alırsak Amerika açısından gittikçe tablonun biraz daha sıkıntılı bir hal aldığını söyleyebiliriz. Buna rağmen CIA`nın Mossad ile birlikte suikast ve adam kaçırma eylemlerini devam ettirmeye çalıştığını, bundan vazgeçmeye niyetinin olmadığını görüyoruz. CIA`nın gerek merkezinde gerekse de bölge şefliklerinde yeniden yapılanmaya gitmesi ve özellikle işkenceci ve infazcı olarak bilinenlerin göreve getirilmesi sanırım herkesin dikkatini çekmiştir. Bunun da mevcut politikanın biraz daha sertleştirilmesi amacıyla yapıldığını düşünüyoruz.
İsrail`in güvenliğini öncelediğini söyleyen Amerika`nın Körfez`in başını çektiği yeni siyasi, askeri ve ekonomik oluşumlara da öncülük ettiğini unutmayalım.
Bu arada tüm bu faaliyetler Amerika`nın Suriye ve Afganistan`dan çekilmesinin konuşulduğu bir döneme rast geliyor.
Tabii bunun önemli sebepleri var.
Amerika, İslam dünyasında “Soğuk savaş” dönemi yöntemlerine başvurmaya başlamışken, siyasi, askeri ve ekonomik alanda Çin, Kuzey Kore ve Amerika kıtası ülkelerini hedefine almıştır. Çin ve Kuzey Kore ile yüksek tansiyonu “şimdilik” söylemde tutarken, Orta ve Güney Amerika`yı ilk hedef olarak belirlemiştir.
Orta ve Güney Amerika, ya da meşhur tanımlamayla “Amerika`nın arka bahçeleri”…
Buralara “Latin Amerika” diyenler çoğunlukta.
Evet, Latin Amerika ülkeleri, Monroe doktrininin yürürlüğe girmesiyle Washington'ın "arka bahçesi" olarak görüldü. Bu genel olarak kabul gören bir görüştür.
Önce Monroe Doktrininin ne olduğuna bakalım.
Amerikan Başkanı James Monroe 2 Aralık 1823 tarihinde kongreye bir mesaj yollamıştır. Bu mesaj Monroe Doktrini adını almış ve Amerikan dış politikasını yüzyıldan fazla süre şekillendirmiştir. Bu mesajı Fahir Armaoğlu, “20. Yüzyılın siyasi tarihi” adlı eserde şöyle açıklıyor:
“ABD, bağımsızlığını almış olan Amerika kıtalarının Avrupa devletleri tarafından sömürgecilik konusu yapılmasına ve bu devletler tarafından herhangi bir şekilde kontrol altına alınmasına izin veremez ve bu hususta yapılacak herhangi bir teşebbüsü gayrı dostane bir hareket olarak karşılar.
ABD`nin, Avrupa devletlerinin sorunları ile hiçbir ilgisi yoktur ve bu sorunlara karışmayacaktır. Fakat buna karşılık, Avrupa devletleri de Amerika Kıtalarının sorunlarına karışamaz. Avrupa devletlerinin kendi sistemlerini Amerikan yarımküresine sokmak için yapacakları her teşebbüsü ABD kendi barış ve güvenliğine yöneltilmiş hareket sayacaktır.
Monroe Doktrini ile;
ABD, Latin Amerika üzerinde ekonomik ve siyasi nüfus sağlamıştır.
Latin Amerika ABD çıkar bölgesine dahil edilmiştir.
Avrupa kıtadan uzaklaştırılmış ancak ABD hakimiyeti tesis edilmiştir. “Amerika Amerikalılarındır” ilkesi uygulanmış; ancak bu “Amerika ABD`nindir” şekline dönüşmüştür.
Bu doktrin daha sonra Amerikan Başkanı Roosevelt tarafından genişletilmiştir: “Orta ve Güney Amerika`da bir devlet ABD`nin güvenini kazanmazsa ABD müdahale edecektir.”
Bunun açıklaması şudur: Amerika, kıtanın diğer ülkelerine “Eğer bana bağlı olmazsanız size her türlü müdahale hakkım vardır” demek istiyor.
Öyle görünüyor ki, Monroe Doktrini biraz daha geliştirilmiştir ve “Amerika`nın müdahale hakkı” artık Amerika kıtası ülkeleriyle sınırlı değildir. Bu da ilk olarak Kore`ye müdahale ile kendini göstermiştir.
Sonraki yazıda inşallah devam edeceğiz.