Vladimir Putin bundan 2 yıl önce Alman Bild Gazetesine verdiği demeçte şunları söylemişti: “Devletlerarası ilişkiler, insan ilişkilerinden oldukça farklıdır. Devletlerarasında dost düşman yoktur. Karşılıklı çıkarlara dayalı hesap vardır.”

Aslında bu görüşün kaynağı İngiliz Dışişleridir. 19. Yüzyılın ikinci yarısında İngiltere`de başbakanlık yapan Lord Palmerston`un bu görüşü önce İngiltere`nin, ardından da tüm Batı`nın politikası olarak dillendirilmiş ve uygulanmıştır.

Buradan yola çıkarak Amerika`nın son dönemlerdeki siyasetleri ve o siyasetin büyüsüne kapılıp peşinden gidenleri yorumlamak istiyorum.

“Çözüm süreci” başladığında masanın bir tarafında devlet, diğer tarafında örgüt bulunuyordu. Ancak kısa süre içerisinde ortaya çıktı ki masanın asıl belirleyici konumda olanı “görünmez” durumda olan üçüncü taraftı: Amerika… Amerika, bazen liberal medya, bazen iş çevreleri, bazen Gülen grubu bazen de doğrudan diplomatik misyonları aracılığıyla işe müdahil oluyor, masanın istediği şekilde donatılmasını sağlıyordu.

John L. Espinoza`nın neredeyse köy köy gezerek yaptığı çalışmaların, görüşme ve vaatlerin bir süre sonra hangi boyutlarda krizlere sebep olabileceği herhalde pek az kimse tarafından kestirilebilmişti.

Önce söylenti şeklinde ortaya atılan iddiaların bir süre sonra pratiği ile karşılaşınca nedense kimse şaşırmadı. Oysa ciddi bir paradoks söz konusuydu. Marksist bir örgüt kapitalizmin en müşahhas hali olan bir devletle anlaşıyor ve beraber yürüme kararı alıyordu.

Örgütün siyasi uzantısı olan parti ve Amerikan destekli kuruluşlar beraber iftar etkinlikleri yapıyor, ahlaksızlığın, sapıklığın artması ve normalleşmesi için işbirliğine gidiyorlardı.

Ve böylece geldik 6 Ekim 2014 tarihine…

Demirtaş, Amerika dönüşü yaptığı açıklama ile “halkı sokağa” çağırdı ve ortaya bu coğrafyanın daha önce hiç görmediği vahşet görüntüleri çıktı.

Demirtaş sonradan yaptığı açıklamada amaçlarının IŞİD tarafından kuşatılmış olan Kobani`nin kurtarılması için hükümeti “koridor açmaya zorlamak” olduğunu iddia edecekti; ama Kurban Bayramının 3. Gününde kurban eti dağıtan Yasin Börü ve arkadaşlarının vahşice katledilmesi, HÜDA PAR binaları ve İslami STK temsilciliklerinin yakılması, Amerika`da hazırlanan gizli bir ajandanın varlığını açığa çıkaracaktı.

Nitekim 2 buçuk ay sonra Cizre`de Nur Mahallesinde HÜDA PAR`lılara karşı gerçekleştirilen ve 10 saat süren saldırı, projenin devam ettiğini gösterdi.

Amerika, farklı hedeflerinden dolayı birbirlerine düşmanlık eden FETÖ ve PKK`yı kısa sürede yan yana getirmiş ve alanda iki taraftan da yetenekleri ölçüsünde faydalanmaya başlamıştı.

Devlet de daha yeni meselenin farkına vardı.

FETÖ`ye yönelik gerçekleştirilen “dersane olayı” ve bazı kurumlardan tasfiye hamlesi 17-25 Aralık yargı darbesi teşebbüsüyle karşılık buldu; ama başarılı olamadı.

Dolmabahçe masasının devrilmesi de infazlar, bombalamalar ve “çukurlar” ile oluşturulan “Demokratik özerk mahalleler” sonucunu doğurdu; ama bu da binlerce gencin ölümüyle sonuçlandı.

Ve Amerika büyük hamlesini yaptı: 15 Temmuz…

Darbe girişimi başarısız oldu; ama herkes Amerika`nın bundaki rolünü net olarak gördü. Nitekim TSK`nın NATO`da görevli subaylarının nerdeyse tamamı darbecilerden yanaydı ve başarısız darbe sürecinden sonra bulundukları NATO ülkelerine sığınma başvurusunda bulundular.

PKK ve FETÖ, Türkiye içinde başarısız olduktan sonra faaliyetlerine devam ettiler. FETÖ, dünyaya yayılmış okulları ve ticari ağları vasıtasıyla, PKK ise Kuzey Suriye`deki yapılanmasıyla varlığını devam ettiriyor. Her iki örgüt de Amerika ile yürümeye devam ediyorlar.

Amerika için de Rusya için de İngiltere ve Fransa için de dost yoktur, çıkarlar vardır.

Siyasi arena bir “Maskeli balo” ya da bir “Tiyatro”ya dönüşmüş durumdadır.

“Terörizmle mücadele”, “Bölge istikrarı” ya da “Dünya barışı” gibi sözlerin aslında ne anlama geldiğini herkes bilmekte; ama nedense tiyatro devam etmektedir.