Bir zamanlar zengin bir tüccar yaşardı. Tüccarın cebi zengindi ama yüreği fakir hem de çok fakirdi. Cimriliğiyle hem kendisine hem de ailesine hayatı zindan ederdi. Para harcamayı hiç sevmez, eski püskü yırtık libas giyerdi. Fakir ve ihtiyaç sahiplerine el uzattığı hiç görülmemişti. Öylesine ki, cimrilik hastalığının zebun bıraktığı bu zavallı, varlık içinde darlık yaşıyordu. Tam da bir varyemez...

    Bu adam bir gün bir hastalığa yakalandı. Kimseler onu ziyarete gelmedi ve halini sormadı. Hem cimrilerin ve müsriflerin dostunun kalmayacağını ümmetine vazeden bir peygamberin buyruğunu ıskalarsan düşeceğin hal ve gideceğin yer bellidir. 'Derdi dünya olanın, başında dünya kadar derdi vardır' hakikatini çoğumuz duymuşuzdur.

    Evet, hikâyenin kahramanı tüccarın bu dünyada dostu kalmamıştı. Onunla aynı çizgide durup aynı ufka bakan kaç şahsiyet kalmıştı? Cimri tüccarın ne çizgisi ne de ufku kalmıştı. Çünkü o, müptela olduğu hastalığın etkisiyle şahsiyet olmaktan çıkıp sırdan bir şahsa dönüşmüştü. Mal sevgisi gözlerini perdelemiş ve ufkunu flu etmişti. Tek dostu yılda bir kez, ona elbise diken bir terziydi ve o da birkaç ay evvel ölmüştü. Herkes cimri tüccarın da günlerinin sayılı olduğunu biliyordu.

    Nihayet, akraba ve komşuları vazife gereği onu ziyarete gelmeye başladılar. Terzinin genç oğlu da ziyarete gelenler arasındaydı. Ölüm döşeğindeki adam, tek dostu terzinin oğlunu görünce: "Öyle görünüyor ki, bu dünyada artık fazla kalamayacağım. Öbür dünyaya gitme zamanım geldi. Ama cehenneme gitmekten öyle korkuyorum ki..." diye inledi.

   Genç yaşına rağmen aklı başında ve bilge birisi olan delikanlı, karşısındaki adamın hırsını ve cimriliğini gayet iyi biliyordu. Adama şöyle cevap verdi: "Amca, babamın çok iyi bir insan olduğunu ve Allah rızası için herkese şefkatle yardım ettiğini biliyorsunuz. İnşallah şu an cennettedir. Ölmeden önce, bana hep terziliği çok sevdiğini ve ebedi hayatında da Allah'ın salih kulları için elbise dikmek istediğini söylerdi. Sana bir iğne versem, onu babama verir misin lütfen?"

  "Peki" dedi hasta adam, "memnuniyetle yaparım dediğini." Ölüm döşeğinde yatmasına rağmen cimriliğinden vazgeçmeyen adam, kimseye bir şey vermeden "iyilik" yapabileceği için mutlu olmuştu. İğneyi aldı ve avucunda tuttu. Genç yanından ayrıldıktan sonra düşünmeye başladı: "Ben şimdi bu iğneyi nereye koyacağım? Kefenimin cebi yok ki cebime koyayım. Elimde tutsam, öldükten sonra elimden düşebilir. Ağzıma mı koysam yoksa? Ama zaman da canım yanabilir..."

    Düşündükçe, ölmeden önce yapacağı son iyilik konusundaki kararı değişmeye başladı. Sonunda, terzinin oğlunu çağırdı ve ona şöyle dedi: "Evlat, şu iğneni geri al. Onu öbür dünyaya, babana götürmem mümkün değil."

   Zaten buna benzer bir cevap bekleyen akıllı delikanlı adama tane tane şunları anlattı: "Amcacığım, bu küçücük iğneyi öbür dünyaya götüremiyorsan, biriktirdiğin ve kimseye bir tanesini bile vermediğin milyonlarca altını ve doları nasıl götüreceksin?"

Bu sözleri işiten hasta adamın birden kalp gözü açıldı. Genç doğru söylüyordu: Hayatı boyunca biriktirdiği ve ne zekâtını verdiği ne de sadaka olarak fakirlere dağıttığı o kadar altın ölümünden sonra kendisine arkadaşlık yapamayacaktı! Rabbinin huzuruna çıktığında kendisine kolaylık değil, ağırlık olacaktı. Kendisine verilen onca nimet için şükretmek şöyle dursun, sarı altınlar için hem yaratıcısını hem de öbür dünyayı unutmuştu...

Adam son nefesini vermeden bu hakikati hissedebildiği için şükretti. Sonra, servetinin büyük kısmının fakirlere sadaka olarak dağıtılmasını emretti. Kendisine borcu olan zengin tüccarlara kolaylık gösterilmesini, fakir tüccarların da borcunun silinmesini istedi. Ölüm meleği geldiğinde, karşısında eskisi kadar zengin olmayan, ama gönlü asıl zenginlikle dolmuş bir insan buldu.

 Rabbim cömertlerden ve gönlü zengin olanlardan eylesin!