"Doğduğunda sen ağlamıştın, herkes bayram etmişti. Öyle bir hayatın olsun ki öldüğünde herkes ağlasın, sen bayram et." (Kızılderili Atasözü)   

 "İnsanlar uykudadırlar, öldükleri vakit uyanırlar."  ( Hadis-i Şerif) Bediüzzaman'ın deyimiyle ölüm; "vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdili mekândır, bir tahvili vücuttur. Yani fani bir vücudu bırakıp, daha kararlı, daha sağlam, daha mükemmel bir vücut kazanmaktır. Hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebd, başlangıçtır ve hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir." Hakikat odur ki bize bahşedilen ömür sermayesi bir gün tükenecek. Hayatı bahşeden Allah(cc.),ölümü de yaratmış. Dolayısıyla ölüm yok oluş değil, bir başlangıçtır. Hatta gerçek  hayatın ve yolculuğun ölümle başladığını söyleyebiliriz. Evet, ölüm belki hayat tabakalarından bir tabakadır. Bu hakikatin gerçek mahiyetini bilen ancak rabbimiz Allah(cc.)'tır. Hülasa, bir düş treni gibidir dünya hayatı. Niceleri binip indiler hızla akıp giden bu düş treninden...

Geçmiş zamanın zorluk seferinden kurtulup düzlüğe çıkan ve varlıkla imtihan edilen dostlar, hizmette fütur (gevşeklik) gösterip işledikleri hataları neticesinde tenbihkârane (uyarma) şefkat tokatları yiyenlerin yanında;  zahiren dost görünüp kalbi hasta bir kısım insanın, bilerek İslam davasına verdikleri zarardan dolayı rabbimizin zecirkârane  tokatlarını yediklerine çok defa şahit olduk. Kaldı ki bu davanın harcının şehitlerin kanı, mazlumların gözyaşı, zindan bahadırlarının emek ve sabrıyla karıldığına camia olarak şahidiz. İhanet edip zarar verenlerin zecr tokatı yemekten kurtulmadığına tarih şahittir. Nitekim zecr  tokatını İslam'a düşmanlık edenler yer dedik. Hakeza, düşmanın verdiği zararı defetmek ve şerlerinden emin olmak için bu tokatlar gerekli midir? diye sorsanız,  evet derim. Çünkü zecr kelimesinin kökeninde; menetme, engel olma, nehyetme, zorlama, zorla yaptırma, önleme, sıkma, kovma, çağırma ve sürme vardır. Konuya ışık tutma adına makalemi temsili rehber bir öyküyle sürdürmekte fayda görüyorum. 

Tren istasyonda kalkmak üzereydi.  Adamın biri koşturdu. Nefes nefese kalmıştı. Güçlükle bindi trene... Tenha bir vagon aradı. Köşedeki boş yere oturuverdi. ' İşte' diye mırıldandı. 'Böylesi tercihlerim de olmasa yaşadığımı hissetmeyeceğim' dedi. Tren dumanını savurup ovalardan, tünellerden, dağlardan, bayırlardan ve şehirlerden süzülüp geçti. Geride ince bir sis tabakası bıraktı. Öylesine ki varlıkları perdeledi de geçti. Bu düş treni nice istasyon ve duraklardan geçmişti. Yolcular aldı, yolcular bıraktı. Hızla akıp giden trenin camından seyre dalan insanların gözünde çoğu defa evler, ağaçlar, taşıtlar, çocuklar,  devasa binalar ve şehirler büyüyüp büyüyüp küçülüyordu.  

Düş treni her şeyi parçalayarak geçiyordu. Nihayet denize kavuşmuştu. Yol verin dağlar! Yüreğinin ateşini söndürmek üzere oradan oraya koşuşturan insanlara baktı uzun uzun. Tren, boşluğa düşer gibi ansızın bir tünele girdi. Ne istasyon ne durak. Hiçbir şey görünmüyordu. Karanlık bir denizde yüzüyor gibiydi. Pencereden baktı. Gece. Hep geceydi. Derken düş trenine binen insanın dudaklarından şairin şu mısraları dökülüyordu: 

 

Tek sen iste, ben önüme bakıp giderim
Kurulan tüm köprüleri yıkıp giderim 

Sessiz, sedasız içimi döküp giderim 

Dicle gibi, Fırat gibi akıp giderim. 

 

Ben yakınmam yaralardan

Kaybolurum aralardan
Sonsuza dek buralardan

Çekip giderim.

Sonra, 'Aman Allah'ım!' diye bağırdı. Türlü türlü meyveler sarkıyordu tünelin duvarından içeriye. Hırsla uzadı koparmak için. Canı yanınca bağırdı, geri çekti elini. Ancak parmağı kanıyordu. Çünkü meyveler dikenliydi. Parmağından sızan sıvıya ürkerek baktı. Acısı geçince yeniden saldırdı meyvelere. Birkaçını koparabilmiş fakat canı çok yanmıştı. Parmaklarındaki dikenleri ayıkladı. Bir ses duydu, irkildi; 

Ey insan! Yolcu olduğunu unutuyorsun! 'Acıkmıştım, meyveler de dayanılacak gibi değildi doğrusu...' Sana bir önerim var!' Nedir? diye sordu. 'Birkaç milyon lira verirsen dilediğin kadar yiyebilirsin onlardan. Fakat izinsiz koparamazsın. ' Benimle alay mı ediyorsun sen?' Dışarı baktı, tünelin sonu görünmüyordu. Uçsuz bucaksız bir karanlık... Duvarda büyük delikler, oyuklar vardı, trenden oralara insanlar atılıyordu. Artık anlamıştı trenin hızının neden arttığını. Çok geçmeden kendisine karşılık gelen bir oyuk gördü. Mezar taşı gibi. Gözlerine inanamadı. Üzerinde adı yazılıydı. Şimşek hızıyla geri döndü. Az önce kendisiyle konuşan adam yoktu. Hülasa vagonda kimse kalmamıştı. 

'Bayım! Bayım!' diyordu kondüktör. Uyanın! Son durak!'