Adem aleyhisselam’ın var edilişinden bu yana süren bir savaş, bir mücadele: Hayır ile şer, iyilik ile kötülük, aydınlık ile karanlık, nur ile nar…
Kelam-ı Kerim, bu mücadelenin iblisin ben ateşten yaratıldım, Adem ise topraktan yaratıldığı için ondan üstünüm diyerek (Sad/77-78) kibrini ilanı ile başladığını belirtir. Gurur ve isyanı nedeniyle Allah’ın rahmetinden kovulmasıyla da iblisin kibri, öfke ve düşmanlıkla perçinleşmiştir. İşte o gün bu gündür, hak ile batıl mücadelesi süregelmiştir.
Şüphesiz tarih boyunca iblis, ilk günün kin, öfke ve düşmanlığıyla insanoğluna karşı olan mücadelesini sürdürmüştür.
İblis insanoğluna karşı bu savaşı ve mücadeleyi; insanı gaflete dalmış, Allah’a karşı kirlenmiş, isyana bürünmüş, sarhoş ve serseme dönmüş hale getirmek için veriyor.
Çünkü kibri nedeniyle alçalıp kovulanlardan olan iblis, bu zilletine insanoğlunun sebep olduğunu düşünerek insanoğlunun da aynı zillete duçar olması için insana sağdan, soldan, önden, arkadan yaklaşmaktadır. İnsanın günaha dalması için her fırsatı değerlendirmekte, her açığını kullanmaktadır. Bazen insanın mal/mülk biriktirme hırsını, bazen kadına düşkünlüğünü, bazen öfkesini, bazen dünyaya bağlılığını, bazen iş/aş endişesini fırsat bilip nameşruyu meşru gösterip münkere alıştırmakta, günaha bulaştırmaktadır.
Dün olduğu gibi bu gün de gerek cinnî gerekse insî şer şebekeleriyle bu şeytani hedef ve gayesi uğruna nice desise, hile ve kurnazlıkla nesilleri cehennem kütüğüne dönüştürmektedir.
Bu açıdan insanın yaşadıkları, tüm emelleri, amelleri, fikirleri ve davranışları iki vecihten biri oluyor. Ya cennete açılan bir girizgah ya da ateşe götüren bir yol oluyor. Ya Allah’ın emrini yerine getirmiş ya şeytana aldanmış oluyor. Ya günah ya sevap oluyor. Ya Allah’a itaat ya iblisî bir masiyet oluyor. Yani her amel ya nara icabettir, ya da nura.
İşte gaflet, günah, haram ve masiyet ortaya çıktığında insanı bunlardan temizleyen tövbe ve istiğfar insanın imdadına yetişiyor.
Peki, nedir tövbe ve istiğfar?
Tövbe ve istiğfar, mazide ve el anda içinde bulunulan halden, yapılan davranıştan, söylenilen sözden pişman olmak ve samimi bir mahcubiyetle Allah’a münacatta bulunmaktır. Bu tövbe ve istiğfarın samimiyetinin göstergesi ise o durumu terk etmek, o günahtan dolayı pişman olmak ve o cürmü bir daha işlememeye karar vermektir. Bu da tevbe-i nasuhun kendisidir.
Kelam-ı Kerim’in birçok ayette“…Allah’a tövbe edin…” (Nur/31, Hud/3, Tahrim/8) diye ferman buyurduğu da Allah’u a’lem budur. Hadis külliyatlarında da ismet sıfatına haiz Efendimiz –aleyhissalatu vesselam-’ın günde yetmiş sefer veya yüz sefer istiğfar ettiğini belirtmesi (Müslim, Zikir 42.) işin açıkçası bu hususta mahcubiyetimize mahcubiyet katmaktadır.
Nitekim bundan dolayı, Resul-i Kibriya’yı her hususta örnek ve önder kabul etmiş, günahla kirlenmekten utanmış niceleri gibi Şehit El Benna da ihvanına durmadan tövbeyi, istiğfarı ve nefsi muhasebeyi salık vermiştir.
Madem günah, Allah’tan gafil olmanın ürünüdür; tövbe ve istiğfar rabbani şuurun göstergesidir. Öyleyse hayatımızı modaya, mahalle baskısına, nefse ve iblise göre değil Allah’a göre yaşamanın bilinciyle hareket edelim.
Rabbim bizi de iblisin aldatıcılığına rağmen tövbe ve istiğfarla şerrin zincirlerini kırıp cennete kanat çırpanlardan eylesin, vesselam.