Üstad El Benna, zamana, zemine takılmadan her şeraitte iman davasının derdiyle hareket etmiştir. Allah’ı sevme, sevdirme ve Allah’ın emir ve nehiylerine mutabık bir hayatın tesis edilmesi için gece gündüz, yaz kış demeden sokakta, çarşıda, kahvehanelerde, işyerlerinde ve evlerde insanları davasına çağırmıştır. Kendisi dava endişesiyle kalkıp oturduğu gibi daima ihvanına dava endişesini salık vermiştir. Üstad El Benna’nın İslam davasına olan düşkünlüğü, bu dert ile samimi, ihlasane koşuşturması ve bunu ilke olarak benimsemesinden bu durum ihvanına da sirayet etmiş veya endişesi Allah ve peygamber olanlar onun etrafında bir araya gelmişlerdi. Dolayısıyla ihvanıyla yoğun bir davet çalışmasının içerisindeydiler. Birebir görüşmeler, toplantılar, davetler, ziyaretler, panel ve konferanslar birbirini takip ediyordu. Doğrusu Üstad’ın kendisi buna hiç yabancı değildi ve daha küçük yaşlardan bir davetçi kimliğiyle gençliğini nakış nakış işlemişti.
İşte, Üstad El Benna ve arkadaşları bu endişeyle periyodik gerçekleştirdikleri bir toplantı için İsmail adında arkadaşlarından birinin evinde toplanmışlardı. İsmail, çocuğu olmayan ve dokuz sene sonra doğan Ruhiye’nin babasıydı. Üstad El Benna ve arkadaşları her sohbet ve toplantıda olduğu gibi yine geç saatlere kadar kuruluşunda bulundukları İhvan’ın ve canlarından evla gördükleri İslam davası üzerine bilgi alışverişinde bulunmuşlardı. İşleri bitip de tam da evlerine dağılacakları sırada ev sahibi olan İsmail ile Üstad El Benna arasında şu diyalog geçer. İsmail: “Üstadım kardeşlerimize haber etseniz, yarın bizim çocuğun defin işleriyle ilgilenseler, olmaz mı?”
Hayretler içerisinde kalan Üstad El Benna “çocuğun öldü mü” diyerek soruya soruyla karşılık verir.
İsmail: Evet, üstadım Ruhiye’m öldü, cenazesi yan odadadır. Yarın defnedeceğiz inşallah.
Üstad El Benna aynı şaşkınlıkla devam eder “ama nasıl olur, çocuğun ölmüş. Biz oturup muhabbet ettik, üstelik tatlı ikramın oldu, onu da yedik.” Deyince İsmail vakur bir dava adamı edasıyla “üstadım, kızım öldü, davam ölmedi ki” der.
Bunun üzerine çok da söylenecek söz olmaz sanırım. Bu teslimiyet, bu dava endişesini kelimelerle ifade etmek zordur.
Doğrusu bunun üzerine şaşırmamak, hayret etmemek elde değil. Bu nasıl bir dava bağlılığı, bu nasıl bir teslimiyet ki, dokuz yıl doğumu beklenilen “canım, ruhum” diye isimlendirilen kızının ölümüne rağmen bir an bile davadan ve davanın çalışmasından geri kalmamak, nasıl muhteşem bir dava adamlığı.
Fakat bu yazıya Üstad Bediüzzaman’dan nakledilen şu hadise eklenmezse eksik kalır. Kendi ifadeleriyle iki minare yüksekliğindeki Van kalesinden ayağı kayıp düşerken elindeki Kur’an’ı düşürmemek ve İslam davasına dair mefkûresi dolayısıyla ölümle burun buruna gelmesine rağmen canının derdine düşmeden “ah davam!” diye nida etmiş. Aynen bu hadise de sabık hadise gibi hayretengiz ihtişamlı bir dava adamlığının en büyük nişanesi olarak bizim için büyük dersler ihtiva etmektedir.
Öyleyse, belki bizim bunlardan alacağımız en büyük ders; bu dava şuuruyla hareket etmektir.
Rabbim üstadlarımızın, rehberlerimizin ruhunu şad etsin. İmtihan nice ve şerait ne olursa olsun, ilelebet insanlığın dünya ve ahiret kurtuluşu derdiyle ter dökenlerden olmak temennisiyle, vesselam.