Geçen haftaya kadar “Güvenli Bölge” gündemin ilk maddesi idi. Son birkaç günde İdlib’de meydana gelen gelişmeler dikkatlerin buraya yönelmesine yol açtı.

Güvenli Bölge konusunda Türkiye ile ABD arasında varılan anlaşma gereğince sular durulmuş gibi. Ancak bunun çok uzun sürmeyeceği ortada. Türkiye’nin hangi şartta olursa olsun güvenli bölgeyi kabul etmesi demek YPG/PKK gerçeğini kabul etmesi demektir.

Türkiye’nin operasyon için çok acele etmemesinin en büyük nedeni yurt içindeki Suriyelilerin varlığıdır. Olası bir operasyonda gelmesi muhtemel olan asker naaşları defnedilirken bir kısım mültecinin eğlendiği görülürse trollerin ve ırkçı ulusalcıların kışkırtmasıyla bazı kesimlerde infiallere yol açabilir. Türkiye içerideki göçmen Suriyeliler meselesini halletmeden büyük çaplı bir operasyon başlatmayacaktır. Suriyeli göçmenler sorununu oluşturulacak “Güvenli Bölgede” kuracağı yaşam alanlarında arayan Türkiye, Kuzey Suriye’deki demografik yapıyı da kalıcı olarak değiştirecektir. Bu durumun uzun vadede başka sorunlara yol açacağı yüz yıldır yaşanan acı tecrübelerden anlaşılmalıydı.

Türkiye Celabrus’tan İdlib’e kadar elinde tuttuğu bölgede görece yaşanabilir bir ortam inşa etmesi sadece bugünle ilgili bir hesap olarak alınmamalıdır. Bu bölgede konuşlandırılan asker sayısı ve üslerin konumu gelecekle ilgili yeterince fikir vermektedir.

ABD her fırsatta YPG/PKK’ye her türlü yardımı yapmasına rağmen bu yapının ABD’siz ayakta kalamayacağı aşikârdır. Türkiye bu gerçeği iyi bildiği için zamana oynuyor. İlanihaye hedefi ise tüm Kuzey Suriye’de bir KUŞAK oluşturmaktır. Bu kuşağa kimi bürokratlar “Misak-ı Milli” kimisi “Kızıl Elma” dedi. Her ne denirse densin görünen gelecek “Türkiye’nin kendi kontrolünde Hatay’dan, (önce) Kamışlı’ya (sonra İran sınırına) kadar uzanan bir “Güvenli Kuşak/Kontrol Edilen Bölge” projesidir. Bununla ilgili niyet beyanı “Lozan Anlaşmasının” geçersizliğine yapılan atıflarda kendini bulmakta.

Esed Rejimi’nin son günlerde Rusya desteğiyle İdlib saldırılarını yoğunlaştırması da bu cenahın Türkiye’nin gelecek projeksiyonundan duyduğu rahatsızlıkla ilgilidir. Ajanslara düşen son haberlerde zalim rejimin çemberi daralttığı geçse de sebebi yazılmıyor.

Suriye rejiminin unuttuğu: Türkiye’de “KILIÇ HAKKI” denilen olgu askeri bürokrasi için bir “Namus Meselesi” olduğudur. Türkiye’nin Pkk Kaynaklı endişelerini anlamak mümkün, ancak dört ülke coğrafyasına bölünmüş Kürd milletinin yoğun olarak yaşadığı bölgelerdeki hakimiyet alanını genişletme çalışmasının ileride başka sorunlara yol açacağı da yadsınmamalıdır.

 Kürd’lerin bugün kendi atalarının yaşadığı topraklarda huzur içinde, bir düzen ve sistem içinde bulunmuyor oluşlarının en önemli sebeplerinden biri komşu kavimlerin “İslam Kardeşliğinden ziyade milliyetçi refleksleri ölçü almaları değil midir?”  

YPG/PKK gibi Marksist-Leninist bir yapının Müslüman Kürd halkına vereceği geleceğin bir örneği 6-8 Ekim olaylarında tecrübe edildi. Bu yapıyla mücadele edilirken Kürd halkının geleceğini ulusal çıkarlarına kurban etmek ahlaki olmadığı gibi uhrevi sorumlulukları da ağır olacaktır.  

Dünya siyasetinde birçok işin GÜÇ/KUVVET ekseninde ele alındığı ve bu tarz söylemlerin yaşanan gerçeklerle örtüşmediği ortada olmasına rağmen duyarlı Müslümanların, akademisyenlerin olayın ahlaki boyutuna vurgu yapmaları insanlık vicdanı için umut vericidir. Vicdani sorumluluk taşıyan yüce ahlak sahiplerinin bu konuda çok hassas davranmaları gerekir. Devletlerin ulusal çıkar söylemi çerçevesinde başka halkların tarihi haklarını görmezden gelmelerine karşı çıkan diri vicdanlara milliyetçi reflekslerle karşılık verenlere ise diyecek bir şey yok!