Kibirlenerek kendilerini yenilmez ve bileği bükülmez olarak tahayyül edenlerin kimlerin elleriyle devrildiğini ve Sünnetullah’ın bunlar üzerinde nasıl tecelli ettiği ile ilgili yapılan tefekkürler şu karanlık dünyada içimizi bir nebze de olsa serinletmiyor desem yalan olur!
Neden peki? Çünkü kibirlenmek, Allah’ın en sevmediği günahlardandır. Daha da ileri giderek kendilerini yarı tanrı konumuna sokmanın ise Allah’ı çok farklı gazaplandıran ve onlara layık olan cezaları da beraberinde getiren azgınlıklardandır.
“Zira Allah kendini beğenmiş ve övünüp duranları asla sevmez.” (Lokman 18) Sevmediği gibi onları kibirlerinin zıddı ile cezalandırır. En tepedeyseler, en dibe indirir. Ama bununla da kalmaz. Çünkü onlar, ölüm şekillerinde bile kibir taşırlar. Okuyanlar hatırlarlar. Bedir Savaşı’nda savaş başlamadan önce yapılacak olan üçlü bir çarpışmada, Efendimiz(a.s.v) müşriklerin kahramanlarının karşısına üç Ensari çıkarmıştı. Düşman askerler de, “Bize dengimiz olan adamlar çıkar” diyerek tepki göstermişlerdi. Onlar, adı şanı duyulmamış ve Medineli olan çiftçilerle çarpışmayı büyük bir utanç olarak görüyorlardı.
Eşraftan birisinin eliyle öldürülmeyi veya büyük bir kahraman tarafından öldürülmek onlar için büyük bir şerefti! Adı şanı duyulmamış bir çiftçinin eşraftan birini öldürmesi onlar açısından büyük bir zilletti. Yani ölüm şekillerinde bile kibir ve üstünlüklerinden taviz vermiyorlardı.
Ama Allah-u Teala, Sünneti gereği onlara ölüm tattırırken bile zilleti ve acizliklerini iliklerine kadar hissettirir. Nemrut’u bir sinekle zillet içinde helak etmesi ve bu ümmetin firavunu olan Ebu Cehil’e acı bir son hazırlaması gibi…
Ebu Cehil’in inadını, kibrini ve Müslümanlara çektirdiği eza ve cefaları bilmeyenimiz yoktur, sanırım. Kendisi Bedir Savaşı’nda Muaz b. Amr ve Muaz b. Afra adında adı şanı bilinmeyen ve çiftçilikle uğraşan bir beldenin çocukları tarafından kılıçlarla doğranmıştır. Öldü diye bırakılmıştı. Yalnız son nefesini daha vermemişti. İlahi takdir ya ona bu kadar zelillik yetmeyecekti. Sıska bacaklı bir çoban ve bir çiftçi(!) gelip o bacakları ile Ebu Cehil’in göğsüne çıkacaktı. Biliyorsunuz, Abdullah b. Mesud(r.a) bir gün bir yere tırmanırken ashap o bacaklarına bakarak gülüşmüşlerdi de Efendimiz(a.s.v) de; o bacakların mizanda ne kadar ağır bastığını, ifade etmişti. İşte o düşmanın beğenmediği ve insanların güldüğü ama kıymet olarak dağlardan da ağır olan ayaklar Ebu Cehil’in en tepesinde dolaşıyordu. Hem Ebu Cehil’e savaşın kaderini haber vererek onu kahretmiş hem de bir köle, çoban ve çiftçi tarafından öldürülmenin ağırlığını ve acı sonunu ona tattıracaktı. Evet! Allah büyüklenen bu ümmetin firavunu için sünneti gereği böyle bir son hazırlamıştı. Bu sünnet ne ilkti ne de son olacaktı.
Bu sünnet en son, dünyanın çoğunluğu tarafından yarı tanrı ilan edilen Büyük Şeytan ABD ve yoldaşlarının onca nükleer güce ve imkana sahip İslam ülkeleri tarafından değil de Afganistan’da yalın ayaklı mücahitler tarafından zelil edilirken tecelli etti.
Allah’ın izniyle bugün de böbürlenen ve kendisinden korku duyulan Calut’u bir taşla alt üst eden bir gencin(Hz. Davut’un) tevhid bayrağını devralan ve imkanlar açısından hor ve hakir görülen mazlum Filistin halkının, dünyanın en kibirli mahlukları olan ve yeryüzünü ifsada boğan Siyonistlere karşı verdikleri mücadelede tecelli edecektir. Onlar en çok hakir ve zayıf gördükleri yerden öyle vurulmalıdırlar ki, tüm güç ve şaşaaları yerle bir olsun. Aksa Tufanı ile karizmaları yerle bir olduğu gibi.
O karizmayı çizen ve düşmana zilleti ölüm anında bile tattıracak olan ümmetin gariplerine ve o garip dinin öğretmenlerine selam olsun.