‘”Zulüm” olarak kullandığımız bu kavram sadece bir devletin, bir kurumun veya kişinin herhangi birisine uyguladığı işkence ve ona yaptığı haksızlıklar değildir. “Zulüm” bazen merhamet perdesi altında da yaşanır.

 Örneğin; bir ebeveynin evladının eline soğuk su değdirmemesi, onun ayaklarının üzerinde durmasını engelleyecek ve çözüm üretme yeteneğini dumura uğratacak her türlü eylem ve davranış içerisine girmesi de bir zulümdür.

  Evladının başına bir damla yağmur suyunun değmesine izin vermemesi de bir zulümdür.

  Ayakkabısından tutun da yiyeceğine kadar hiçbir şeyini eksik etmemesi de zulümdür.

Ebeveynin çocuğun karşılaştığı her sorun ve sıkıntıyla boğuşup çözüm yetisini geliştirmesine izin vermemesi ve sürekli müdahaleci bir yol izlemesi de bir zulümdür.

Hayatın her bir safhası bin bir türlü badirelerden ibaretken ve çocuğun bu badirelerden geçmesi için de ayaklarının üstünde durması, çözüm yeteneğinin güçlü olması ve bağımsızlık yetisinin güçlü olması gerekirken; ayakları üstünde duramayan, sorunlarla mücadele edemeyen, sürekli bir yerlerden çözüm beklentisi içerisinde olan ve hayatın içinde boğulup kaybolan bireyler yetiştirmek neden zulüm olmasın ki?

 Bundan ala zulüm mü olur? Bundan değil midir ki, Hz. Ali(r.a) etrafındakilere; “Allah’ım sıkıntılardan değil, sıkıntıların saptırıcılığından sana sığınıyorum. Şeklinde dua edin.” Diye buyurmuştur?

Evet demek ki bireylerin kendini gerçekleştirmesi ve kemalatı için bazı zorluk ve sıkıntılarla yüzleşmesi gerekir.

Bir anne kuş, yavrusunu yuvadan aşağı savurduğunda, dıştan bakıldığı zaman belki bu bir zulümdür. Yavru açısından bakıldığında da endişe verici ve korkunç bir olaydır. Ama o korku ve endişe kanatlarını geliştirme yeteneğine sirayet edip uçmasını sağlayacaktır.

İşin garibi bazen hayvanlar alemindeki ebeveynler bu işi insanlardan daha iyi başarıyor. Bizdeki durum ise, özellikle zamanımız ebeveynleri gözlemlendiğinde içler acısı. Sorsan buna merhamet der. Halbuki bunun adı merhamet adı altında işlenen zulüm olmalı.

 Haşa ve kella hangimiz yaratıcıdan(c.c) daha merhametliyiz? Şu kâinatta yaratılmış en harika insan, en mukavemetli komutan, en güzel ebeveyn ve en mükemmel yönetici olan Hz. Peygamber Efendimiz(a.s.v) daha annesinin karnındayken, yetim; altı yaşındayken öksüz; sekiz yaşındayken dedesiz kalıyor. İlahi terbiye ve merhamet bunu murad ediyor. Bu sadece hak çağrının ebeveyn terbiyesi ile ilişkilendirilerek uyandırılmak istenen şüpheleri gidermek adına yaşanan bir hikmet değildir.

  Çünkü ilahi terbiye; ağır nübüvvet davasını yüklenecek ve karşılaşacağı bin bir türlü bela ve musibete karşı dayanacak peygamberinin sabır ve tahammül yönünü de geliştirmeyi murad etmiştir. Bu öyle bir sabır ve tahammül olmalı ki; babasından, anasından, dedesinden mahrum bir çocukluk geçirdiği için hem acı çekenlerin acısını iliklerine kadar hissetmesini sağlayacak hem de hiçbir ayrılığın kendisini alt edemediği bir çocuğun, akraba ve kavminin davasından dolayı kendisine düşman olacağı bir olgunluk döneminde bile bir adım sendelememesini sağlayacaktı.

Elbette bizler de çocuklarımızı yetim veya öksüz bırakalım demiyoruz. Yalnız bir zahmet! Biraz izin verin de çocuklar karşılaştıkları sorunlarla kendileri mücadele edip hem mukavemet ve direnme hem de sorunlara karşı empati kurma ve çözüm geliştirme yeteneklerini geliştirsinler.

İnsan metabolizması da böyle değil midir? Sürekli müdahaleci ve dışarıdan yardımcı kaynaklarla hastalık mikrobuna karşı direnmeye çalışanlar, kendi metabolizmalarını hastalık mikrobuna karşı pasif ve güçsüz konuma düşürürler. Ve dışarıdan ilaç almadan direnmeleri mümkün olmaz. Çünkü onlar artık dışarıya bağımlıdırlar.

 Elhasıl çocuklarımıza bazen iyilik yapalım derken kötülük yapıyoruz. Ve özellikle de çocuk sayısının çok az olduğu aksine evlatların üzerine titreme dürtüsünün de kaybetme ve biriciklik duygusu ile zirve yaptığı bu çağda, külahlarımızı çıkarıp bir kere daha düşünmeliyiz. Nasıl bir canilik yaptığımızın farkına varmalıyız.

Selam ve dua ile