Burnu havada olan bazı zengin ve tuzu kuru bilmişlerin; bazı insanların, çok sevdiği kişilerin ölümünü kabullenemediği veya onlara kavuşma iştiyakı içerisinde oldukları için, ahretin ve cennetin varlığını akıllarınca kabullenerek bu dürtülerini tatmin etmeye çalıştıkları gibi safsataları dile getirdiklerine şahit olmuşsunuzdur. Öyle ya! Onlara göre; fakir bu hayata tutunmak için cennet gibi bir varlığa kendini inandırır.
Yani gerçekte böyle olduğu için değil, sadece içinde bulunduğu çıkmazdan sıyrılmak için bu tarz umutlarla ayakta kalmaya çalışır! Peki gerçekte bu öyle midir?
Aslında kısmen doğrudur. Yalnız bunların anladığı tarzda değil. Üstadın(r.a); "Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?" ifadesi ile elbet bu kainatın bir sahibi vardır. Ve o sahibin(c.c) eseri olan bu kainat üzerinde bilim adamlarının şehadeti ve ispatı ile bir zerre bile hikmetsiz ve boş değildir. Öyleyse kainatın çekirdeği hükmünde olan insanın içerisine yerleştirilen duyguların boş ve ehemmiyetsiz olması akla, hayale ve o mükemmel hikmete yakışık alır mı? Sevgi gibi bir duygu yaratılmış. Karşılığında da rengarenk çiçekleri, ağaçları, kuşları, böcekleri ve yuva kuracağı karşı cinsi yaratmıştır. Çünkü o duygu boş ve ehemmiyetsiz değildir. Bu duygulardan kimisi bu dünyada karşılık bulurken kimisi de karşılıksız kalıyor. Ölümsüzlük hissi, sevdiğiyle sürekli beraber olma hissi gibi. Ya bu duygular başka bir hayatta elbet karşılık bulacaktır ya da boş ve ehemmiyetsiz yaratılmış gibi iki sonuca varırız. İkincisi yaratıcıya boş ve hikmetsiz iş isnat etmek anlamı taşıdığına göre. Demek ki o duyguların, bizde diğer tarafta bir hayatın olduğuna yönelik umutlar yeşertmesi, gerçeklikten uzak bir ütopya değildir.
Demek ki umut duygusu basit, boş ve gerçeklikten uzak bir tatmin aracı değildir. Aksine insanı yarına hazırlayan ve yarınları yeşerten güçlü bir duygu ve bir tohumdur.
O tohumun ekildiği karanlıklar, elbet bir gün yerini aydınlığa terk edecektir. Hendek Savaşı çok çetin ve zorlu bir savaştı. Kilometrelerce mesafenin kazılması gerekiyordu. Açlık, susuzluk ve zor hava koşulları Müslümanları çok yormuştu. Buna rağmen Efendimiz(a.s) hendekte çıkan kayaya her kazmayı indirdiğinde, Dünya devi ülkelerin Müslümanlarca fethedileceğinin müjdesini veriyordu. Bunu gören münafıklar Müslümanların umudunu kırmak için; “Bizler daha lavabo ihtiyacını gidermede zorlanırken, bilmem nereleri fethedecekmişiz.” Gibi safsatalar savuruyorlardı. Ama gün geldi hepsi gerçekleşti. Tarih kitapları da buna şahitlik etti. Yani umudumuz varsa yarınımız da vardır. Yalnız oturup, elleri pençeleri bağlayan bir umut değil; aksine Peygamberimiz(a.s.v) kızı Hz. Fatıma’nın verdiği bir lokma yemeği ağzına götürürken; “Kızım! üç gündür ağzıma attığım ilk lokma budur.” Deyip karşılıklı hüngür hüngür ağladıkları halde kazmayı var gücü ile sallayan ve sınırları zorlayan bir umut olmalı.
Bu yüzden umudunuz varsa, sizler de varsınız. Üstad Bediüzzaman(r.a) bundan dolayı İslam ümmetinin önündeki en büyük tehlikelerden birinin; “Yeis(umutsuzluk)” olduğunu dile getirmiştir.
Vallahi umutluyuz! Sahada koşuşturan, sohbet ortamlarını dolduran ve şehadet aşkı ile yanan gençleri gördükçe tüm karanlık ve menfi tablolara rağmen umutluyuz. Çünkü biz biliyoruz ki her devirde koşuşturan Müslümanlar ve özellikle de gençler, azlıklarına rağmen yarınların umut ışığı olmuştur. Ve yine biliyoruz ki, Ashab-ı Kehf’in “Yiğit Gençleri” sadece ruhları okşayan bir masal olarak İlahi Kitapta yer almamıştır…
Umudun askerlerine selam olsun.