Belki defalarca “Kibir” konusu ile alakalı sohbetlere, söyleşilere veya seminerlere katılmışızdır veya katılmışsınızdır. 

 Genellikle kibrin kötü bir şey olduğu ve şeytanı( Lanetullahi aleyhi) cennetten kovduran bir haslet olduğu ve kişiyi uçurumlara sevk ettiği ve bu yüzden çok mütevazi ve alçak gönüllü olmamız gerektiği anlatılıp durulur. Yanlış mı yapmışlar,  bunları anlatmasınlar mı? Elbette hayır.  Tabi ki olması gereken budur. Yalnız “Kibirle ilgili konuşmamız gerekenler sadece bunlardır.” Derseniz yanılırsınız. 

 Allah’ın insanın fıtratında var ettiği hiçbir duygu bastırılmak ve köreltilmek için yaratılmamıştır.  Şehvet, korku ve kibir de buna dahildir. Yalnız asıl sorun bunların doğru mecralara kanalize edilememesidir. Korku için konuşmamız gerekirse; korku doğru yöne kanalize edilebilirse selden korunmak için dere yataklarında, depremden korunmak için de yumuşak zeminlere ev yapılmaz.  Yani kişi, korku sonucu oluşan tedbir güdüsü ile hem yaşamın hem davanın hem de devletlerin güvenliğini ve devamlılığını sağlayabilir. Kibir de bundan farksız değildir.

 Öyle anlar olur ki; helal olmayan helal olur. Haram olmayan haram olur. Normal zamanda adam öldürmek haramdır, ama cihat esnasında bir şereftir, aksine öldürmemek haram olabilir. Bu yüzden bir konuyu anlatırken şartlara ve durumlara göre anlatmamız lazım. Yoksa konuyu eksik bırakmış ve belki bir faciaya sebebiyet vermiş oluruz.

 Bu yüzden Kibri işlerken kibirli olmanın önemini de işleyelim. Peki neye ve kime karşı? 

 Örneğin; Server-i kainat Hz. Muhammed Mustafa Efendimiz(a.s.v); “Kibre karşı kibir sadakadır.” buyurmuşlardır. Özellikle Müslümanların ezildiği, horlandığı, aşağılandığı, gerici olarak yaftalandığı, necis ve zayıf olarak yansıtıldığı, aşağılık psikolojisine mahkum edildiği, fikirden ve üsluptan yoksun sayıldığı; şerrin her türlüsünün de medya ve tüm iletişim araçları ile pohpohlanarak şişirilip pişirildiği ve ulaşılması en zor mertebe olarak beyinlerimize kazındığı şu çağda ve zamanda kibrin hükmü nedir? Bir düşünün. Ve maalesef hayatın her alanında Müslümanlara karşı bu kibir sahnede canlandırılmaktadır. Öyle ya; Müslüman nedir ki?!.

 Hudeybiye’den bir yıl sonra yapılan Kaza Umresi’ni okumayanımız yok gibidir. Hatırlarsanız; Mekke Müşrikleri Müslümanlar aleyhinde kibirvari konuşmalar yapıyor ve onları zayıflıkla aşağılıyorlardı. “Hastalık, açlık ve sefalet Müslümanları takatsiz bırakmış.” diyerek kahkahalar atıyorlardı. Bunu duyan Müslümanlar Efendimiz’den(a.s.v) müsaade isteyerek kurbanlık develeri kesip etleri ile dinçleşip kuvvetlenmeyi ve o şekilde müşriklerin karşısına çıkmayı arzu ettiler. Efendimiz(a.s.v) ise bunun yerine Kâbe’yi tavaf ederken pazularını dışarı çıkarıp hızlı ve güçlü adımlarla yerden tozlar çıkararak, recez ve remeller okutturarak düşmana adeta bir gövde gösterisi yapmıştı. Sonuçta yapılan şey Müslümanların ve hakkın izzeti için değil miydi? Efendimiz(a.s.v)’in şairi Abdullah b. Revaha(r.a) o gün; Müslümanların üstünlüğünü ve müşriklerin de zelilliğini anlatan şiirleri ile Müşriklerin kalbine acı oklar saplamıştı. Öyle ki müşrikler birbirine şaşkınlıkla bakarak; “Hani bunlar hastalıklı cılız mılız olmuşlardı. Bunlar aksine ceylan gibi sekiyor.” Diyerek kibir balonlarının havasını sessizce indirivermişlerdi.

 Özellikle buradan gençlere sesleniyorum; küfrün kibri ile kuşattığı her alanda, İslam’ın izzetini kibirlenerek göstermek zorundasınız ve zorundayız. Okulda, sınıfta, ilimde, bilimde, işte, konferanslarda, konuşmalarda, koşuşturmalarda, propagandada, çalışmalarda, söz sahibi olup ön plana çıkmada, sporda ve aklınıza her neresi gelirse her alanda aşağılık ve zavallı konumuna düşürülen ve horlanan Müslümanların ve İslam’ın izzetini kibirlenerek göstermelisiniz.  Küfür cenahına karşı bugün yapmamız gereken en büyük çalışmaların başında belki bu inanç ve düşünce gelmektedir. Öyleyse haydi Müslüman kardeşim! Üstünlüğünün yegane temeli olan inancını ehl-i necasete karşı üstün göstermek için daha ne bekliyorsun?  Selam ve dua ile