Anlatılan bir kıssada, Firavun, Hz. Musa’ya(a.s); ”Rabbin ne emreder?” diye sorar. Hz. Musa da; Rabbim namaz kılmayı emreder.” Der. Firavun düşünür taşınır bunun kendisine bir zararının olmadığı sonucuna varır. Ve tekrar sorar; “Peki başka ne emreder?” Hz. Musa bu sefer de; “Zekat vermeyi emreder.” Der. Firavun bu sefer de düşünür, taşınır ve zekat vermenin kendi sultasına bir zararının olmadığını, aksine muhtaç durumdaki insanlara yararlı olduğu için kendisine yardımcı olabileceğini düşünür. Ve bu sefer tekrar aynı soruyu yöneltince Hz. Musa da; “Rabbim, Allah’tan başka ilah olmadığını ve yegane hüküm sahibinin kendisi olduğunu emreder.” Der. Der demesine de işte işin rengi bu sözle değişir. Firavun orada çark eder. Çünkü bu sultasına vurulan bir darbe demekti.

 Hissesi sağlam bir kıssa! Allah’u Teala, Kur’an-ı Kerim’de bize ilettiğine göre her tevhidi çağrı bir sisteme, zorbaya veya geldiği şehrin ileri gelenlerine haykırılmış ve onunla mücadele içine girmiştir. Allah’tan başka ilah olmadığı ve O’ndan başka kimseye ibadet edilmeyeceği gerçeği sadece bunu kalpte kabul etmeyi ve dört duvar arasında ibadet etmeyi gerektiren bir mesaj değildir. Eğer öyle olsaydı, herkes huzur içinde ibadetlerini yapacak ve belki hiçbir peygamberin bir şehrin ileri gelenleri veya onların çarpık sistemleri ile mücadele etmelerine gerek kalmayacaktı. Ama öyle olmadı. Daha işin başında öyle bir “kalk ve uyar!” emri vardı ki, Peygamberimiz(a.s.v) son nefesini verene kadar zalimlerle mücadele edecek ve rahat yüzü görmeyecekti.

   Mekke’nin tağuti sistemi Müslümanların ibadet hürriyetini kısıtladığı için onlarca işkence, zulüm, boykot, yağma ve hicretler yaşanmadı. Aksine Mekke’deki sistem belki şuan dünyada eşine rastlanılmayacak kadar özgürlükçü ve yüzlerce farklı inanca ev sahipliği yapan bir dini merkez konumundaydı. Aynı zamanda bu inançsal ve ibadetsel özgürlük anlayışı ekonominin belkemiğini oluşturuyordu. Bu sistemin ağababaları, kimi zaman Müslümanların inancını dahi ekonomik hesaplar için tartıp duruyorlardı.

   Afif el Kindi’den gelen bir rivayet ilk İslam ailesinin açıktan ve özgürce ibadet ettiğini gösteren en önemli rivayetlerdendir. Afif el Kindi Mekke’ye ticaret için geldiğinde sadece üç kişinin(Hz. Muhammed(a.s.v), Hz. Hatice ve Hz. Ali) İslam üzere olduğunu ve açıktan Kâbe’de ibadet ettiklerini rivayet etmiştir. Daha sonraki zamanlarda da yeni doğan bu din ile ilgili sadece garipsemeler dile getirilmiştir. Ta ki Resulullah(a.s.v) onların tağuti sistemlerine ilişene ve dil ile tenkit edene kadar. Çünkü O peygamberin(a.s.v) davası sadece ibadet hürriyeti için gelmiş bir dava değildi. O’nun davası(a.s.v) “Yaratan Rabbinin adı ile oku!”(Alak, 2) ve “Sadece Rabbini yücelt!”(Müddessir, 3) emirleriyle sahte Rablere ve sistemlere başkaldırıyı ve onların yerine hem yaratan hem de idare etmeye de en layık olan gerçek ve yegane Rabbi(c.c) ilan etme ve böylece yüceltme amacını güdüyordu. İşte bu amaç gereği Müslümanlar sistemi eleştirmeye başlayınca acılar üstüne acılar yaşanmaya başladı…

  Mekke tağuti sisteminde var olan ibadet hürriyetine mukabil, çok geçmeden Müslümanların böyle acılı bir yola revan olması gerçekten düşündürücüdür. Ama bugün tağuti sistemler altında yaşayan birçok Müslüman ve alim yukarıda açıkladığımız hakikati unutmuş ve sadece ibadet hürriyeti ile İslami dava sorumluluğunun yerine geldiğini düşünmektedir. Daha düne kadar dünyanın birçok yerinde Rab, İlah ve Tağut gibi kavramlar üzerine haykırıp her türlü eza ve çileye göğüs gerilirken acaba bugün ne değişti? Sizce de bu işte bir terslik yok mu?

  Selam ve dua ile.