Geçen bir programa katılan Fetö Mağdurları`ndan Yusufi Mustafa Yetiş`in kardeşi olan Hatice Yetiş`i hepimiz dinlemişizdir. Dinlemeyenler için, dinleyenlere tekrar hatırlatmak için o konuşmasında bahsettiği acılarından sadece bir tanesini aktarmak istedim. Çünkü hiç unutamadım...

Aklımda kalan kısmıyla ablamız şöyle anlatıyordu. Annesi rahatsızlığından dolayı hastanede kalıyor. Ve pencereden dışarıya bakan ablamız hastaneye gelen cezaevi aracını görüyor. Yıllarca cezaevinde olan abisi aklına geliyor o esnada. Ve ne büyük tevafuktur ki, o arabadan abisi çıkıyor. O da rahatsızlığı dolayısıyla hastaneye getirilmiş. Kardeşi annesine bu durumu haber verip hemen ikisi birlikte hastanenin giriş katına gidiyorlar. Ve karşısında abisi... Ve annesinin karşısında, hastalığı dolayısıyla gidemeyip de aylarca göremediği oğlu... Fakat elleri kelepçeli oğul ne annesine yaklaşabiliyor, ne de annesi ona sarılabiliyor. En ufak bir dokunuş, temas, bir hissediş olmuyor, izin verilmiyor, yasaklanıyor.  Dahası eğer bu yapılırsa oğlunun tedavisinin yapılmayacağı tehdidi savruluyor.

Anne ve çocuk ilişkisi, hasret ve vuslat arasındaki heyecan, bu yakınlıkta olup da uzak kalmak… Bu kadar uzaklıktan sonra bu kadar yakınlaşmak ama bir şey yapamamak! Zaten acıyı fısıldayan hastane koridorlarında acının da artık tarif edemediği acılar yaşamak. Başlığı siz koyun demiştim. Ben koyamadım inanın. Kelamda ne desek,  ne söylesek aciz kalır; sükût eder halimiz, donar dilimiz...

Bunun gibi tarifi imkânsız birçok drama şahitlik etmiştir zindanlar. Birçok hasreti derinlerden hissetmiş ama vuslatı hep askıya asmıştır... Zindan duvarları; şehitliklere şahitlik etmiş, acıdan çıkan çığlığın kulağı olmuş, ihlas ve sabrın gözü olmuş, fedakârlığın kalbi olmuştur.

Birçok bildiğimiz hadise, romanlara konu olmuş yaşayan çile ve hala var olan fedakârlıklar zihnimizdedir. Ancak bilmek yetmiyor, kıymet gerekiyor. Yusufiler denilince biraz da kendimize dönmemiz icap ediyor.

Onların fedakârlıklarına karşılık çabalarımız ne ölçüde? Onların çilelerine karşılık bizim azim ve gayretimiz ne derecede? Onların hasretlerine, teslim oluşlarına karşılık bizim durduğumuz yer onların fedakârlıklarının devamı niteliğinde mi? Onların orada bunca azmine, dur durak bilmeyen yaşamlarına rağmen bizim yaşamımız kıyaslanabilir konumda mı?

Yoksa onlar özgürlüğün dip noktasını yaşıyorlarken biz dünyanın esirliğinde kayıp mı oluyoruz? Hep uğraşmamız gereken işleri gözümüzde büyütüp asıl sorumluluktan kaçınıyor muyuz?

Yusuflar derken biraz da kendimize bakmamız lazım. Haklı davalarını savunmak için, çok güçlü sese sahip olmak için, onların fedakârlıklarına yakın bir yaşamda bulunmak gerek.

Zaten Yusuflar bizlere; o cehdi, gayreti, azmi ve fedakârlığın büyük resmini gösteren yarenlerdir...