Nurettin Topçu’nun Türkiye’nin Maarif Davası eserinden istifade edeceğimiz serinin son bölümüne ulaştık. “Hissin kadar hissen var.” derler büyüklerimiz. İnşallah başta bendeniz olmak üzere eğitim camiası da yazarın müspet tespit ve tavsiyelerini rivayet etmekle kalmayarak onlara riayet edenlerden oluruz.

Daha önce beklenen gençlik, mektep ve millet maarifi konularına değinmiştik. Bu yazımızda muallimin özelliği, eğitim kademeleri kazanımlar, din ve kültür gibi konularda yazarın görüşlerine yer vereceğiz.

Topçu’ya göre muallim, hayatımızın sahibi olmaktan ziyade sanatkârıdır. Muallim, tahammül gösteren, hatta talebesinin hatasında dahi kendinde kusur bulandır. Muallim, talebesini sevgiyle yoğurandır. Maddeden ruha mertebe kat eden duygu, bilgi ve irade aşısının doktorudur, muallim. Başta kendinden yola çıkarak talebeye kılavuzluk eder. Vasıtaları ise iman ve anlayıştır. Zulüm, şiddet, tecbir ve tehdit, muallimin talebe üzerindeki kötü etkilerindendir.

Maarif davasının ders, talebe, muallim ve mektep olmak üzere 4 temel esasa dayandığını belirtir yazar. Yazara göre derste, salt ezbercilikten ziyade hakikati araştırma hedeflenmelidir. Talebe de bir hakikat arayıcısı olmalıdır. Talebe halka karışmayı değil, önder olmayı hedeflemelidir. Arif Nihat Asya’nın veciz ifadesiyle söyleyecek olursak: “Yürüyeceksin, millet yürüyecek arkandan.”

  Maarif, metotlu düşünebilme ve cemiyet içinde idealler doğurma potansiyeline sahip olmalıdır. Lakin gelin görün ki bu hakikati değil talebelere, aşıyı vuracak olan muallimlere hatırlatmak zorunda kalabiliyoruz. Meslek seçiminde öğretmenlik, eğitim hayatının ortalaması diyebileceğimiz kişilerinden müteşekkil olmasının da bunda payı vardır.

 İdealin günlük realiteye feda edildiği ve insanı eşya vasıtasıyla tanıtan Amerikan pragmatizmine endekslendiği eğitime karşı çıkar Topçu. Mektebin özgün bir mimari formdan yoksun olduğunu da vurgular. Ne medrese kültürünün hocaya hürmet ve tevazuu besleyen ruhu kaldı ne de öncü ülkelerin yapılarından ders çıkarabiliyoruz diyor kısaca.

Eğitim kademelerinde verilmesi gereken kazanımlara da değinir yazar. İlköğretimde asıl maksat, şahsiyet eğitimidir. İlk sunulacak duygu ise hürmettir. Hürmet, cevherin karşısında sevgi ile beraber duyulan bir hayranlığın dışavurumudur. Bu bir nevi ibadettir de. Küçüldükçe yücelen bir ruh inşası… Hürmetten yoksun bir nesil, uzvi yaşayışa sıkıştırılmış, hayvani hoyratlıktan çıkamamış ve yarının kavgacı, duyarsız, eğitimli ama terbiye yoksunu zalimlerini ihtiva eder. Öğretmene hürmetin diplere geldiği bu demlerde bu tespitin çarpıcılığı bizleri sarsar. Merhameti, hizmeti ve fedakârlığı önemser yazar. Ve şöyle ekler:  “Biz ilkokulda tahsilden önce hayâyı pekiyi bilen, kendini bilen, cesur, fedakâr, vatansever, imanlı bir nesle ilkokulun kutsal kapısını açmak zorundayız.”

Ortaöğretimde ise genel kültür öğretmek, her ilimden bir çeşni tattırmak, ruhu bir düzen ve birliktelik içinde inşa etmeyi gaye edinir yazar. Genci fikir hamalına çeviren ders ve malumat yükünün hafifletilmesi tavsiyesi vardır ki bu, bizim zamanlar için de geçerlidir. Edebiyatta güzellik kültürü, tarihte ise ibret ve şecaat nazarıyla bakabilmeyi öğütler, masalcılıktan uzak durmak gerektiğini belirtir.

Matematiğin ezber sarmalından kurtularak sonsuzluğun içindeki ölçü kudretinin, oranlarla kurulmuş düzenin, incelik başmaklarında yükselen bir dinamizmin keşfine vesile olması gerektiğini belirtir yazar. Sıfırcılığıyla nam salmış hocalara da veryansın eder. Matematiğin muammaya döndürüldüğü, talebeye aman dedirtilen yerde matematik antipatisi oluştuğunu da ekler. Aynı minvalde tavsiyeleri fizik, kimya ve coğrafya dersleri için yapar. Ekonomi dersinin de okutulması gerektiğini düşünür. Dünyaya bir ur gibi yayılan Yahudi faiz ekonomisinin hakimiyetini kırmak adına yaptığı bu tespit, dikkate değer bir tavsiyedir.

Üniversitede ise tam bir hayal kırıklığı yaşandığını belirtir yazar. Zira üniversiteler bırakın yüksek hedeflerle kurulduğu vakit söylendiği gibi Süleymaniye Medreselerinin bir benzeri olmayı, lağvedilen Dar-ül Fünûn’un bile ilim, ahlak ve hukuk alanlarında fersah fersah gerisindedir. İlim hayatına yön verecek eserler vermekten yoksun olmanın yanında, neşredilen eserlerdeki içerik ve dil bayağılığı da göze çarpmaktadır. Hırs ve heveslerin kıskacındaki bu üniversiteler, yazara göre ilmin peşinde koşan gençliği berhava ediyor.

Din eğitimine de değinir yazar. Din eğitiminin her şeyden önce kalp eğitimi olduğunu belirtir. Yazara göre din, psikolojiyle metafiziğin karışımıdır. Nefsin bilgisinden ruhun bilgisine, oradan da Allah’ın (c.c.) mutlak hâkimiyetine teslimiyete götüren bir hayat ve hareket sistemidir. Dinin, bir bilgi değil kuvvet kaynağı olduğunu savunan yazar, tasavvuf erlerinin büyüklüğünün de bundan kaynaklandığını belirtir. Yazara göre din, mantık sistemi de değildir. Akılsız din olmaz ancak dinin hakikati, aklın sığlığıyla izah edilemeyecek denli geniştir. Aklın aciz kaldığı bir hakikati inkâr etmek, “Ellezine yu’minune bil ğeyb… (Onlar gayba iman ederler)” (Bakara, 3) ayetine muhalif bir tutumdur. Aklın aklının eremediği yerde aşk konuşur. Aşk’ın mertebelerinden geçmek için nice tasavvuf eri şeriat, tarikat, hakikat ve marifet mertebelerini aşarak o Aşkın Güç’e (c.c.) varmayı murâd etmişlerdir. Yazı serimizin başında da belirttiğimiz gibi Topçu da aklın sığ cenderesinden Abdulaziz Bekkine’nin vesilesi ve ruhunun aşka inkişafıyla hakikati bulmuştu.

Yazara göre din, bir dünya saltanatı değil ve bir meslek olamaz. İrşad, Allah’a giden yolu aydınlatmaktır. İslam’da Ali İmran Suresinin 104. Ayetinde davet ve irşad yapan bir zümrenin varlığı önemsenip özendirilir. Ancak yazarın da dikkat çektiği gibi, İslam’da özel bir din sınıfı bulunmaz. Yazara göre din adamları ve öğretmenler, talebelerin ve halkların üzerindeki tesirlerinin ve nüfuzlarının farkına varmalıdır. Okuldan insanı kovarak tekniğin yüceltildiği bir eğitim şeklinin, ruhsuz tekniğin ayakları altında ezilmeye sebebiyet vereceğini belirtir. Yazar, hakikat aşkında başka bir şey olmayan ilim ve felsefe ile hakka teslim olmanın yolu olan dinin bütünleşmesi ve mezc olması gerektiğini savunur ki özellikle bizim çağımızda bunun ehemmiyeti artmaktadır. Yazarın şahane tespitiyle söyleyecek olursak: “Hakikatin araştırılmasını ilim yolu ile başlayan insan, mutlağın şuuruna felsefede ulaşır, onun bizzat yaşanması ise dinin dünyasında gerçekleşir.”

Yazara göre madde ihtiyaç, mana iktidardır. Gittikçe güdükleşen kültürümüz, manevi kültürümüzdür. Manevi kültürün özü insan sevgisi, gayesi Allah sevgisidir. Manevi (dinî) kültür, diğer adıyla değerler eğitimi, müstakil bir ders olmaktan ziyade derslere nüfuz ettirilmelidir. Zira yazarın sözüyle ikrar edecek olursak “Din, bütün duygularımızla hareketlerimize ve bütün varlığımıza sindirilmesi gereken bir kültürdür, bir aşıdır, damarlarımızda dolaşan ve insanlarla temasımızda kendini gösteren bir cevherdir.”

Hülasa Nurettin Topçu, eğitimi ve nesli dert edinen, maarifi dava edinen ve mukallitliğin kıskacından kurtularak Batı’yı, hurafelerin kısacından sıyrılarak Doğu’yu kendi içinde yaşatan, bizden bir şahsiyettir.  Gayesinin tebliğcisi olan Türkiye’nin Maarif Davası eseri ise bizlere bir ufuk kazandırması açısından mühim tespit ve tavsiyeleri ihtiva eden bir kitaptır.

Kitabın özetinin özetini sunarak güzelin dedikodusunu yapmaya azmettik. Kitaptan istifade ve okumaya iştiyak oluşturabildiysek ne mutlu… Eğitimi dava edinen, eğitimin dününü, bugününü ve geleceğini dert edinen, nesil ve millet inşasını kendine düstur edinen atanmış değil adanmış ruhla öğretmenliğini yapmaya azmeden herkese bu kitabı okumasını tavsiye ediyorum.

Rabbim Kitap’tan ayırmasın!

Selam ve dua ile…

Abdullah AYYILDIZ