Nurettin Topçu’nun öğretmenlik tecrübelerinden yansıyan ve eğitimle uğraşanlara ışık tutan Türkiye’nin Maarif Davası kitabından esinlendiklerimizi aktarmaya devam ediyoruz.

Geçen yazımızda beklenen gençlik ve bu gençliğin oluşumunda önemli bir etken olan millet maarifinden bahsetmiştik. Bir milleti geliştiren hazinenin gençlik olduğunu ve gençliğin milli bir eğitimle ihya olabileceğini belirtmiş, mevcut eğitim anlayışının ise bunu gerçekleştirmekten bir hayli uzak olduğunu belirtmiştik. Zira hem özünü unutup yabancılaşmanın verdiği cahillik, hem mukallitliğin verdiği ucubelik, hem de dilin iğdiş edilmesinden mütevellit sığlık, millet maarifimizin yetersizliğini göstermesi açısından acınası bir haldir. Bu halden kurtuluş için de mektebin asli fonksiyonuna getirilmesi gerektiğini belirtiyor yazar. Öyleyse mektep bahsinden devam edelim.

Mektep, Nurettin Topçu’ya göre mabettir. Zira kişinin Hakk (c.c.) namına yaptığı her nevi adet, ibadet olmaya namzet bir iştir. İşin yapıldığı yer de mabettir. Mabede de abdestle girilir. Bendenizin Nurettin Topçu’dan öğrendiğim en mühim derslerden biri, mabedin kutsiyetidir. Bu sebeple onun mektebe abdestli gitme huyunu örnek almaya çalışmaktayım. Rabbim istikamet versin!

Peki, mektep daha ayrıntısıyla bakacak olursak nedir?

Mektep, hakkı verildiğinde iradeye istikamet veren, ruhu sonsuzluğun sevgisine kavuşturan mekândır. Mektepte bir tasavvur, bir aşk öğretilir. Hayat da eğer ders alınabilse önemli bir mekteptir ancak bu derse herkesin aşina olabilmesi zordur. İşte burada muallime büyük iş düşmektedir.

Muallim, dışımızda yaşananı içimizde hayat yapabilen üstattır. Diğer bir değişle hayatla bizim aramızda köprü kurandır. Talebesiyle usta çırak ilişkisi vardır öğretmenin. Yazar burada ihtisasın önemine vurgu yapar. Kitapların verebildiğinin üstüne çıkamayan muallim, hakikatte talebesini bilgi hamalı yapmaktan öteye geçmez. Ki böylesi bir durum, kendisine emanet edilen bir hazineyi hurdacıda çarçur etmeye benzer. Böylesi kaidesiz ve hayatla bağı olmayan bilgilerle donanmak, şuuru perişan etmekle kalmaz, hayatın gerçekleri karşısında dağılan bir bireyi oluşturur. Bu da hem kaynakları ve kişiyi israf, hem şahsiyeti törpüleme, hem de talebenin sorumluluktan kaçma davranışına sebebiyet verir.  

Özellikle ilkokul düzeyinde her şeyi öğretmenin yanlış olduğunu belirtir yazar. Fenalığın bilgisinin bizi fena edebileceğini, buna en başta ahlakımızın karşı geldiğini vurgular. Bu sebeple niyet, üslup ve ilmin birleşiminden mütevellit bir eğitime ihtiyacımız var. Kısacası muallimin sadece malumat ve formül ezberletmekten ve bilgiyi boca etmekten daha derin bir vazifesi vardır.

Yazara göre mektepler çeşit çeşittir:

Aile mektebi, din mektebi, sanat mektebi, gönül mektebi…

Aşk ile Allah’a (c.c.) gidilen yol aranmıyorsa aile mektebi, işler rıza-yı ilahi dışında yapılıyorsa din mektebi, kalabalıktan tabiata kaçış akla gelmiyorsa sanat mektebi yokluğa sürükleniyordur o memleketin.

 Mektep, hakikatler üzerindeki seçimle, gönüllerin birleştiği yerde var olandır, yazara göre. Millet tarihimizde ihtisasın hüküm sürdüğü demlerde gönül için dervişlik, devlet için siyaset, disiplin için ordu mekteplerinin olduğunu ve bu kişilerin çekirdekten yetiştiğini belirtir yazar. Hakikaten Enderun’daki eğitime şöyle bir baktığımızda herkesin kendi alanına daha küçük yaşlardayken yönlendirildiğini ve neslin heba edilmediğini görebiliyoruz. Şu anda ise diplomalı işsiz fabrikalarına dönüşen obez fakültelerimizin niteliksel yoksunluğuna rağmen niceliksel çoğunluğuyla iftihar ediyoruz. Öte yandan bu kadar işsizliğe rağmen kifayet yoksunlarının her köşede kendilerine rahatça yer bulabildiği bir çağın tenakuzunu yaşıyoruz.  Zira bir şeylerin yerli yerine oturmadığı, adaletin tesis edilmediği toplumlarda rüşvet, adam kayırma, hak kayıpları, üzücü olsa da mukadder bir meseledir.

Dinin de bir mektep olduğunu belirten yazar, dindar bireyin sonsuzluğun huzurunda, emri vicdanında ve Kitap’ta arayan adam olduğunu da beyan eder. Dindar adamı kaideli bir insan olarak tasvir eden yazar, âdeti ve ibadetiyle bu kaidelere uygun davranan insanı ideal olarak görür. İşte böylesi bir kişiliği inşa ederken mektep, maddeden manaya yükselişin, disiplinin, çokluktan birliğe gidişin ve nizamın bulunduğu her yerdedir. Yazar, hayatın anarşizmi ve mektebin disiplinini kendi içinde harmanlayan ruhun kurtuluşa ereceğini belirtir.

Mektepsiz hayatın uçurumlardan düşmekle eşdeğer olduğunu ve bunun sonucunda neslin dağınık, gayesiz, ölü olacağını; böylesi bir cemiyetin de ümitsiz, iradesiz ve iktidarsız olacağını, kendine inanamayacağını belirtir. Ve orada yıkılan ilk kaidenin ahlak nizamı olacağını da ekler. Bu sebeple hayatın her alanında mektepleşme, kaideleşme ve şuurlaşmanın zaruri olduğunu belirtir. Hal-i pürmelalimiz ise bunun en menfi göstergesidir.

Yabancı okulların varlığını, yıkıcı ve millet kültürüne sokulmuş bir hançer olarak görür yazar. Bu okullarda şahsiyet kazanmak, en azından Batılılaşmak için yanıp tutuşanları, su içmek için suda boğulanlara benzetir. Böylesi bir yerden alınan eğitimin, kişiyi köksüzlüğe ittiğini de ekler. Ne kendi vaziyetinden memnun, ne de arzu ettiği vaziyete yakın, iki arada bir derede güdük bir bilmeceye iteklenir kişi. Su kenarında susuzluktan ölen adama kim acısın? Mazisinden bihaber mektebe mektep mi denir? Nereden geldiğini bilmeyen, râhını (yolunu) rahatına feda eden bir nesle eviriliyoruz hülasa.

Oysa aşkla beslenen, metotla düşünen, kaideli yaşayan, hayata ruh ve mana katan, hikmetin izince yürüyen, tüm ilimleri uhdesinde biriktiren, her âleme pencerelerini açacak denli büyük bir mektebin hakikatlerini ihtiva eden bir mektebe ve o mektebin beslendiği bir kitaba muhtacız. Bu kitap da Kur’an-ı Kerim’dir.

Rabbim Kitap’tan ayırmasın!

Selam ve Dua ile…

 Abdullah AYYILDIZ