(GİRİZGÂH)

Bir milleti alaşağı eden de yücelten de maariftir. (Nurettin Topçu)

Bismillahirrahmanirrahim.

“Özünü bilmek” anlamına gelen “a r f” kökünden türeyen birçok kelime vardır. İrfan, arif, maruf gibi kelimelerin yanında maarif kelimesini de görürüz. Günümüz Türkçesiyle eğitimin karşılığı olarak tarif edeceğimiz maarif, eğitim kelimesinden muhteva yönüyle de barındırdığı ruhu ifade edişi yönüyle de daha kapsamlıdır. Zira tasavvufta ve ilimde irfan yolculuğunu basamaklayan insan, arif olur, ki biz bu yolculuğa marifet deriz. Beslendiği pınardan diğer ruhların da istifade etmesi adına o yolu tarif eder, marufu emreder, muarrif olur. Bunun kanıksanması ve gelenekselleşmesiyle birlikte örf ortaya çıkar. Bu örfün sistematize edilmiş bir eğitim süzgecinden geçirilmesine de maarif deriz. 

Bireysel ve toplumsal anlamda çözülmelerin, bozulmaların ve sapmaların artarak ivme kazandığı şu devirde herkesin dilinden düşmeyen bir söz vardır: “Eğitim şart!” Bu söz, bilhakika doğrudur. Bununla birlikte eğitim anlayışında farklılıklar söz konusudur. Zira her millet, kendi neslini inşa etmek cihetinde belirli bir sisteme bağlı kalarak hareket etmek mecburiyetindedir.

Evet, eğitim sistematiğini ve ruhunu inşa etme konusunda yenildik, geç kaldık çeşitli sebeplerle. Bu sebeple arayışlara giriştik, çeşitli saiklerle.  İnsanlık ailesinin ortak mirasından tabii ki de istifade etmek gerek. Ama daha alacalı bulacalı olduğu ve kendi şartları dahilinde işe yararlığı var diye bakınıp durduğumuz eğitim sistemlerinin, bizler için bir fiyaskoya dönüştüğünü görüyor ve üzülüyoruz. Evde kaybettiğini daha ışıltılı olduğu için sokak lambasının altında arayan adamın garabetini yaşıyoruz velhasıl. Bu yönüyle baktığımızda bizim eğitim sistemimizin mukallit bir güdüklükte kaldığını söylemek çok zor olmasa gerek. Batılı medeniyetlerde başarıya ulaştığı görülen ve hoş karşılanan ekol, amaç ve yöntemlerin pratikte bizim ülkemizde karşılığının olmadığını, deneme tahtası olan biz yeni nesil tüm dehşetiyle yaşadı, yaşıyor, böyle giderse yaşamaya devam edeceğe de benziyor. Çünkü meselenin imkanlar ve yöntemlerin değişikliğiyle hal olunacağına dair kanaatlerin galip geldiği bir düzlemde ıskalanan, ruh ve paradigma oluyor maalesef.

Literatür alanındaki eksikliğimiz, her alanda kendimizi batıya mahkum etmeye zorluyor. İlahiyata varana değin birçok sosyal bilimlerde modern batı düşüncesinin peygamberlerine (!) her alanda yer verirken, eğitimde de durumun bundan farklı olduğunu söylemek imkânsızdır. Böylesi bir durumda kendi medeniyet ilkelerini hayata geçirmek adına arayışa giren kişiler: “Tamam, yüzünü batıya çevirmekten boynu tutulan akademiyi es geçersek… Acaba bizde kaht-ı rical (liyakatli adam kıtlığı) mi var?” düşüncesi kapılıyor haklı olarak.

Böylesi bir arayışın verdiği saikle tanıdım, bugün kendisini, gelecek yazılarda da eğitime dair düşüncelerini ele alacağımız insanı. Büyük mütefekkir ve münevver, aynı zamanda ömrünü öğretmenliğe adamış büyük bir gençlik tasavvurcusu Nuretin Topçu’dan bahsediyorum. Kendisi batıdan eğitim almış ilk cumhuriyet aydınlarındandır. Batıyı gören ama batılılaşmadan özünü bulan bir münevver. Üstad Sezai Karakoç’un Masal şiirinden hareketle söyleyecek olursak, doğulu babanın dördüncü çocuğunun hazin kaderine, yani alkışlarla yitip gitme kaderine mahkum olacakken, yurda dönmüş, özünü bulmuş ve yedinci çocuğu olmaya namzet bir karaktere dönüşmüştür. Zira o, İslam mütefekkirlerinin kendi medeniyet ilkelerini hayata hakim kılmayı dava edinmiş, kendi olabilen ve kalabilen ender şahsiyetlerdendir.

Onun oluş ve kalış süreci de bir başkadır. Fransa’da Sorbanne Üniversitesinde, daha sonra “İsyan Ahlakı” ismiyle müsemma olan müthiş bir doktora tezi yayınlar. Bu tez, akademik camiayı iyice sarsar. Tezinde tasavvufa verdiği ağırlığın da bu sansasyonda etkisi vardır. Ancak toptancılığın ruhunda hüküm sürdüğü bir bunalım dönemi yaşar, yurda döndüğünde. İdealle gerçeğin ayrımında bocalayan Topçu’nun gözünde papaz da imam da birdir, ikisi de yalancıdırlar. Bu kalıp yargının oluşmasında nice saiki görmek mümkünse de hem Topçu’nun karakterine oturmuş münekkit kişiliği, hem de realitenin verdiği bir yanılsama vardır diye düşünüyorum, Allahualem. Topçu gibi bocalayan bu yeni tip aydınlardan çok azı, öze dönme bahtiyarlığına erişir. Onların bu yolculuğunda önemli bir etken de tasavvuf erbabı olur. Rabbim hepsinden razı olsun. Topçu’nun bu yanılsaması da Nakşibendi şeyhi Abdulaziz Bekkine ile tanışıncaya kadar devam eder.

Abdulaziz Bekkine, akademik çevrenin sohbetlerine iştirak ettiği hoşsohbet bir mütevazi ariftir. Onu tanımak açısından halefinin Zahit Kotku, yetiştirdiği öğrencilerden birinin de rahmetli Necmettin Erbakan olduğunu belirtmek kafi gelir kanaatimce. Nurettin Topçu, Bekkine’ye akademide sordukça çetrefilleşen ve tıkanmasına sebebiyet veren soruları sorar, ince ince kurgulanmış ve birbirine eklemlenmiş samimane cevaplar alır karşılığında. Tıpkı Necip Fazıl’ın Kadiri şeyhi Abdulhakim Arvasi Hazretleri ile olan münasebetlerine benzer bir an yaşanır. Ve bu ihlas ve ihsanın karşısında hayranlığını gizlemeden ona biat eder. Bu anı tasvir etmek adına ne demişti Necip Fazıl, idrak edelim: 

Benim efendim!
Ben sana bendim!
Bir üfledin de
Yıkıldı bendim.

Aldığı eğitimin hakkı, üniversitede kürsü sahibi olmak iken gerek Ziya Gökalp’in savunduğu Turancı milliyetçiliğin karşısında Anadolu milliyetçiliğini savunması; gerek milli ve manevi değerlerin yok sayıldığı, ateizmin kol gezdiği akademide, tasavvufla irtibat ve iltisağından dolayı olsa gerek ona kürsü verilmez. Bu sebeple öğretmenliği lisede icra eder Nurettin Topçu. Ancak orada da huzur yoktur kendisine. Önce Galatasaray Lisesi’nde, sonra İzmir’de öğretmenlik yapar. Bendi yıkılan bir nehir gibi çağlayan Nurettin Topçu, o günden sonra hiç durmaz, harekete geçer. 1939 – 1982 yılları arasında büyük bir çığır açan Hareket dergisinin doğuşu da böylece başlar. İslam’ın ruhu ile yüceltilen değerleri, Kur’an’ın izince takip eden ve bir nesil inşa gamıyla yüklü yazı ve konferanslar dizisi başlar.

Tek parti devrine karşı yaptığı tenkidinin kuvveti, onu gündemleştirmekle kalmaz, Denizli’ye sürgün edilmesine sebep olur. Ama bu sürgün, onun için Bediüzzaman Said Nursi ile tanışmak gibi büyük bir feyzin vesilesi olur. Daha sonra Haydarpaşa ve Vefa Liselerinde görev yapan Nurettin Topçu’nun en uzun ve son durağı, İstanbul Lisesi olur. Bergson adlı çalışmasıyla doçent olsa da akademide ona yer verilmez. Ama onun için, idealleri için yer önemli değildir. Sosyoloji, mantık, felsefe, ahlak, psikoloji, edebiyat ve din gibi birçok konuda fikir beyan etmeye; onun tabiriyle ruh işçiliği yapmaya ömrünün sonuna kadar devam eder. Zira onun için asıl mesele, nesil inşasıdır.

İşte bu konuşma ve yazılardan neşet eden eserlerden biri de bizim gelecek yazımızda ele alacağımız Türkiye’nin Maarif Davası eseri olur. Beklenen gençlik tasavvurundan millet maarifine, mektebin yerinden muallimin fonksiyonuna, maarif davasının gayelerinden, çeşitli eğitim kademelerinde uyulması gereken kaidelere ve okullarda din ve ahlak eğitimine dair fikirlerini beyan eder bu kitabında.

Milli Eğitim Bakanlığı tarafından da tavsiye edilen, benim de uymaları adına Milli Eğitim Bakanlığı’na tavsiye ettiğim bu kitabın içerisinde birçok serlevha olacak tespit, tenkit ve tavsiyeler bulunmaktadır. Nasip olursa gelecek yazımızda bunlarda istifade etmeye çalışacağız.

Rabbim kitaptan ayırmasın!

Selam ve dua ile…

Abdullah AYYILDIZ