E-motion, İngilizcenin en sevdiğim terkiplerinden biridir. Emotion duygu, motion ise hareket anlamına gelir. Evet, en güzel hareket, kaynağı duygu yoğunluğundan gelen hareket olsa gerek. Diğer açıdan bakacak olursak şu sonuca da varmış olacağız: Duygu, hareketle anlama kavuşur. Bundan dolayıdır ki Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teala salih ameli, iman etmenin yanına iliştirmiştir çoğu zaman. Ve cihad edenleri, oturanlardan daha hayırlı görmüştür.
İki bölümdür Muhammed Esed’in Mekke’ye Giden Yol kitabından esinlenmeye çalışıyorduk. Hakikatin izinde önce Avrupa’da, sonra da İslam coğrafyasında arayışını sürdüren Esed’in, eşiyle Mekke’ye varışına değin geçen zamanı işlemiştik geçen bölümlerde. Bu bölümde ise ihtidadan sonraki yaşamında gezinmeye çalışacağız. Rabbim bizleri müstefid eylesin.
Esed, ihtida ve hacdan sonra uzun bir süre Mekke’de kalıyor. Ve nereye gğderse gitsin tüm yollar onun için Mekke’ye çıkıyor. Kral Abdulaziz bin Suud’un misafirperverliğini her daim sunan Esed, bu vesileyle bizlere Suudi Arabistan tarihi ve kültürüyle ilgili de çok şeyi anlatıyor. İbni Suud’un Türk hükümetiyle olan anlaşmazlığına, kabileler arasındaki bitmek bilmez savaşlar sebebiyle otoriter bir şahsiyete dönüşümüne ve prestijinin sönüşüne, hatta gözündeki sıkıntının sebebine değin özel ve genel birçok ayrıntıya yer vermeyi unutmuyor. Perspektife çoğu zaman çölün ısıtıcı, kavurucu, kasvetli ve muhabbet dolu iklimine de eklemeyi ihmal etmiyor. Çöl insanının yaşantısından zihniyetine, giyiminden konukseverliğine, asabiyetinden savaşlarına, inançlarındaki safiyet dolu radikalliğine değin birçok ayrıntıyı görebilmek mümkün. Ve zamanla bu iklimi, kültürü, yaşantıyı içselleştirdiğini hissedebilmek de mümkün.
Arabistan’ın en önemli gerçekliğinden birisi olan Vehhabiliğin tarihçesine, eksi ve artı yönlerine de değinen Esed, Vehhabiliğin özünde yaygın birçok inançtan daha çok Kur’an’a yakın olduğunu, hurafelerden arınmış bir inanç sunduğunu belirtiyor. Ancak fanatizminin ve hikmet değil hüküm eksenli yaklaşımının bu fikrin anlaşılmasını ve içselleştirilmesini engellediği ve dar bir alana hapsettiği hakikatini de görmezden gelmiyor. Öte yandan Vehhabiliğin bu sert kabuğa sahip oluşunun, diğer mezheplerin işine geldiğini de beyan ediyor. Hülasa, aslın safiyeti, uslün sertliğinin gölgesinde kalmış diyebiliriz. Allahualem…
Büyük bir imparatorluk bakiyesinin üstünde yaşayan toplumların İslam’ı tam içselleştirmekten aciz kaldıkları gerçeğini dile getiriyor ve İran örneğini veriyor Esed. Bu yönüyle İran coğrafyası ve Şii dünya ile ilgili de (katılırız, katılmayız) çok önemli tespitleri var. Öncelikle dikkati çeken tespiti, İran gibi büyük bir medeniyetin İslam ile şereflenmesi, hakimiyetin el değiştirmesinden mütevellid, (İran halkının değil) belli bir mütref kesimin fetheden kişiye, yani Hz. Ömer’e (R.a.) karşı derin bir düşmanlık hissi beslemeye sebep olduğunu iddia ediyor. Ve bu nefretin Hz. Ali ve Hz. Hüseyn taraftarlığıyla perdelenmeye, vücut bulmaya çalışıldığını da beyan ediyor.
Öte yandan asırlardan gelen Mecusi geleneğin terk edilemeyince İslam potası içerisine alındığını ve hangisinin İslamî hangisinin Mecusî olduğu belli olmayan birçok geleneğin, mezhebin, meşrebin ortaya çıktığını da belirtiyor. Yazarın dehşete vardığı ve düşürdüğü tespitlerden biri ise ruhlara sinmiş melankolinin farklı saikleri oluyor. Halkta belirgin bir hüzün atmosferinin hakim olduğunu beyan eden Esed, bu hüznü, tam atılamayan tenasüh fikrinin tohumları olarak görüyor. Bunda afyon kullanımının dehşete varacak derecede tüketimini de ekliyor Esed. Zira afyon, acıyı içselleştirmeye, ıstırabı tüm hücresiyle hissetmeye ve yoksunluğa karşı kanaatin idrakine kişiyi teşvik eden önemli bir ayrıntıdır. Hüznün her bir tonunu hissedebileceğiniz bu toplumda sesler ve tınılar bu sebeple ruhunuzu kaplar, kim bilir. Belki de hüznün tam üzerine oturuşundan dolayı İranlıların yüreği herkesten çok dağlanır. Ve belki de bu melankolinin mazoşizme evrilebilecek denli matem havasına dönüşümünde, bu yapının payı yadsınamayacak derecede büyüktür.
Şah Rıza ile olan münasebetlerine de değinen Esed, Şah’ın normal bir askerden kaderin cilvesi ve kendisinin gözü pekliği sebebiyle şahlığa geçiş sürecini, otoritesini sağlamlaştırma adına yaptıklarını ve yönetim şeklindeki devrimsel uygulamalarını anlattığı bölümde insanın ağzı açık kalıyor. Belki de Esed, Suudi yönü ağır bastığı için İran hakkında olumludan ziyade bu yönlere yoğunlaşmış da olabilir. Kim bilir…
Medine’de tanıştığı ve derin bağlarla muhabbeti artırdığı Seyyid Ahmed özelinde Senusi hareketine de değiniyor Esed. Gayesi bedevileri eğitmek ve İslam kardeşliğini tekrardan tesis etmek olan bu hareketin, Resulullah zamanından o asra kadar İslami dünyasında bu denli nüfuzu olan bir benzeri topyekün bir oluşum yoktu. Özellikle İslam beldelerinde istilacılara karşı mücadelede de ön ayak olduğu biliniyor. I. Dünya Savaşı’nda itirazlara rağmen halifeye bağlılıkla cesurca öne atılan ve hilafetin ilgasına karşı hoşnutsuzluk yaşayana kadar milli mücadeleye ve yeni hükümete desteğini esirgemeyen Senusî hareketinin özellikle Libya’daki destansı mücadelesine ve o destansı mücadelenin bayraklaşan ismi Ömer Muhtar ile olan anılarına da değiniyor Esed. Evet, İtalyan sömürgesine karşı Libya mücadelenin eşsiz kahramanlarından Sîdî Ömer ile de münasebet kuruyor Esed. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra geldiği Libya’da mücadelenin artık son demlerine vardığının da farkına vararak farklı alternatifler üretmeye çalışıyor Esed. Ancak Ömer Muhtar, vaziyeti acı olsa da kabullenmiş gerçekçi bir insan. Zafer veya şehadet ihtimallerinden ikisine de hazır olmak için ailelerini Mısır’a gönderdiğini beyan ederek “Sen de görüyorsun ya evlat, gerçekten biz artık bize tanınan vadenin sonuna geldik. Ya düşmanı bu topraklardan söküp atacak ya da ölünceye kadar özgürlüğümüz için savaşacağız. Evlatlarımızı Mısır’a gönderdik ki, Allah bizi ölüme çağırdığında geriye dönüp bakmayalım.” Diyor ve geri adım atmıyor. Öylesi bir dirayete ve metanete hayran olmamak mümkün değil.
Esed’in bunun gibi daha çok meselesi ve derin tespitleri mevcut. Yalnız köşemiz bu kadarla sınırlı. Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi hidayet, aksiyona geçirecek ve bu aksiyonu cihada kanalize edecek bir ruh salgılamıştı onda. Bu ruhu onda ikmal edecek donanım, Muhammed Abduh gibi reformistlerle dirsek temasından mı kaynaklanıyor bilmem ama Bilad-ı İslam’ın emperyalizme karşı mücadelesinde, oluşturulan yeni devlet ve hükümetlerin İslam’a ve evrensel gerçekliklere uygun hareketinde öncü olmuş bir şahsiyete dönüştürdüğü yadsınamaz. Bu vesileyle Muhammed İkbal ile münasebeti güçlü olmuş, Pakistan’ın oluşumunda ön ayak olmuş, BM’de temsilcilik görevini yapmıştır. Bu denli çetrefilli bir hayatı yazmak için de o görevinden istifa etmiştir.
Her bir ayrıntısında nice kültürü, ideolojiyi, devlet yönetimini, yaşam şeklini, inancı, bilinci ve derin yaşantıyı ihtiva eden bu roman, birçok insanın İslamiyet’e girişine vesile olmuştur. Bu incelikli dokuyla kaplı romanın her bir noktasında farklı bir alana temas edebilmek mümkün. Benim size aktarmak istediğim o denli çok alan vardı ki sadece birkaç alanla sınırlı kalışıma hayıflanmadım değil. Ama maksadımız eserlerden esinlendiklerimizi aktarmak ve güzelin dedikodusunda bulunmak olduğundan bunun da kâfi derecede olduğunu düşünüyorum. İyisi mi siz de bu kitabı okuyun, kendiniz deneyimleyin.
Rabbim hak yola giren, o yolda istikamet üzere yürüyen ve o yolda emaneti sahibine teslim etme bahtiyarlığına erişen kullarından eylesin bizleri! Rabbim kitaptan ayırmasın!
Selam ve dua ile…
Abdullah AYYILDIZ