Bismillahirrahmanirrahim.

Yollar, insanların hayatlarında önemli dönüm noktalarıdır. Birçok insanın en önemli anılarından biri de yol hatıralarıdır. Bazen bir seyahat, bazen bir mecburiyet, bazen de mevcudiyetinin köklü anlamlarını keşfetme dürtüsüdür yola çıkaran. Yolların kaderle bir ilişkisi var mı? Olabilir. Zira her bir karar, yolların ayrımında bizlerin önüne çıkan işaretlerin, tevafukların veya önsezilerimizin sonucunda alınır. Ve yol, kişinin büyük pişmanlıklarının da, “iyi ki”lerinin de dönüm noktası olabilecek potansiyeldedir. Bu sebeple doğru yolu bulmak, o yolda kalmak ve olmak büyük bir sorumluluk ve nimettir. Zira yolları açan, doğru yolu, yani hidayet yolunu gösteren Allah’tır (C.C.). Allah kime doğru yolu gösterdiyse odur bahtiyar, odur hikmettar. Hülasa yol odur ki insanı doğruya iletsin, doğruda ikame ettirsin ve nihayetinde o istikamet üzere noktalandırsın.

Bu yazı dizisinde nasip olursa sizlerle tehlikeleri ve tecrübeleri içinde ihtiva eden, anlam arayışının ve sükun bulma tutkusunun bir dışa vurumu olan bir hayat ve hidayet hikayesinden yol alacağız. Muhammed Esed’in hidayet yolculuğundan… Ve bu yol alışta büyük bir psikoloji, din, kültür, tarih, sosyoloji ve coğrafya harmanını tanıyacağız. An gelecek Afgan dağlarında, an gelecek Necid çöllerinde, an gelecek Kudüs’te bir Siyonist toplantıda bulacağız kendimizi. An gelecek Senusi hareketinin liderlerini, Libya’daki muazzam direnişin başkomutanı Seydi Ömer Muhtar’ı tanıyacak, an gelecek Suud hanedanının kroniğini bulacak, an gelecek Şah Rıza’nın öngörülemez bir silsile ile İran’a hakimiyetini ele alacağız. An gelecek Bedevilerin, bazen ısıtıcı bazen de yakıcı ruh dünyasına dalacak, bazen de Avrupa’nın büyük varlığına paralel olmak üzere derin bunalımlarına ve o girdaptan yazarımızın çıkış öyküsüne değineceğiz. Evet, nasip olsa Muhammed Esed’in Mekke’ye Giden Yol adlı eserinden esinlenmeye ve köşemizin izin verdiğince istifade etmeye çalışacağız.

Eser, bir otobiyografik kitap. Ancak ne yazarı alelade bir şahsiyet, ne zaman ve mekanlar alelade zaman ve mekanlar… Bu sebeple bir kişinin hidayet hikayesinin yanında zengin coğrafik betimlemeleri, XX. Yüzyılın o çalkantılı tarihini, insan tasavvurlarını, sosyal kimlikleri, gelenekleri, dinlerin ve mezheplerin, oluşumların ve devletlerin tarihi gelişimlerini ve daha fazlasını bulabilmek mümkün.

Kitapta yazarı hep bir yolculuk içinde buluyoruz. Yol arkadaşı Zeyd ile olan bu seyahatlerde zaman zaman hidayet öncesine, zaman zaman hidayet sonrasına dair sıçramalı bir tarih anlayışıyla bizlere hayat hikayesini sunuyor. Kitaptan, yürüyüş yaptığım vakitlerde dinleyerek ve bazen oturup tekrar tekrar düşünerek, bilgilerini verdiği şahsiyet ve müesseselere kafa yorarak istifade etmek nasip oldu. Yani kitap, bana da yol arkadaşı olan bir yol hikayesiydi benim için.

Muhammed Esed’in Yahudi asıllı bir mühtedi oluğunun farkındaydım. Daha önce meal-tefsirinden yararlanmış, hidayetini anlattığı bu kitabını da duymuştum. Ancak yazarın bu denli çetrefilli bir hikayesi, bu denli komplike bir ilişki ağı olacağını tahmin edemezdim. Yahudi asıllı oluşu, Batı eksenli bir yaşantıdan gelişi, gezindiği coğrafyalarda iletişim kurduğu şahsiyetlerin düşüncelerinin oluşmasındaki etkisi, bazı yerlerde zorlama bir rasyonalizme kaçışı, tecdidî hareketle münasebetleri, kavramları Kur’an’ın özünden alma telaşından mütevellid bazı yanlış görülebilecek analizleri ve dahası birçok farklılığını da anlayışla kabul edebileceğimiz bir şahsiyet. Ancak herkes, kendine hikayesince bir değerler dizgesi oluşturur. Bize düşen, onu yargılamaktan ziyade (haddimiz de değil nitekim), böylesi bir şahsiyetin bize kazandırdıklarına odaklanmak olacaktır.

Muhammed Esed, diğer adıyla Leopold Weis, dedesi haham olan Yahudi bir ailenin çocuğu. Küçük yaşta İbraniceyi öğrenir. Kendisini hiçbir zaman ait hissetmediği bu din ve kültürden uzaklaşma dürtüsü, onu başka arayışlara iter. 2 yıl sanat tarihi ve felsefe okuduğu halde fikirsel durağanlığı kabul etmediğinden dolayı gazeteci olmaya karar verir.  Özellikle Madam Gorki ile olan röportajından sonra muhabir olarak yıldızının parlaması, gezgin ruhunun dolup taşması, öte yandan “belki düzelir” diye ailesinin onu Kudüs’e dayısının yanına göndermesi onun için dönüm noktası olur. Zaten onun içinde Arap kültürüne karşı ta o zamanlardan duyduğu büyük bir sempatiyle dolu derin merakı, ayaklarını o coğrafyaya doğru adeta zorla çeker.

Filistin’de Siyonist lider Dr. Chaim Weizmann ile olan tartışmaları, İsrail-Filistin meselesinde ışık tutacak fikirler sunar. Kendini kimseden görmediği için bir tez sunmaz orada Esed. Savunulan tezin çürüklüğünü ortaya koyar. Özellikle büyük devletlerin desteğiyle oraya sonradan yerleştirilen Siyonist Yahudilerin, nüfus çoğunluğunu illegal yollarla sağlayarak kendilerini oranın asli vatandaşı olarak göstermeleri ve orayı ilhak etmelerini kesin olarak ahlak dışı bulur. Ve bu tutum, onun Arap-Yahudi tartışmalarında kendini Arapların tarafında bulmasına vesile olur. Zira Yahudilerin yerleşik Araplara yaptığı, sömürge devletlerin ilkel bir topluluk olarak gördüğü Afrika’da yaptığı soykırımdan çok da farklı değildir. Eğer ki 2 bin yıl öncesinde olan ve kısa bir süreliğine süren bir toprak hakimiyetiyse kastedilen, Araplar da İspanya’da hak sahibi olmalıydı. Zira hem daha yakın bir zamana tekabül eder varlıkları, hem de 500 sene gibi uzun bir döneme.

Esed’in Weizmann karşısında yaptığı bu karşı tezi, birkaç gün öncesinde rahmet-i rahmana kavuşan Üstad Yusuf el Karadavi’yi hatırlattı bana. Zira “Her Müslümanın Ortak Davası Kudüs” kitabında daha tafsilatlı karşı tezlerle o da Yahudilerin davalarının batıllığını ortaya koyuyordu. Rabbim Kudüs’ün ve İslam’ın hakikatini dünyaya tebliğ eden alimlerimize rahmetiyle muamele etsin! Bizleri de onların ilimlerinden istifade etmeyi nasip etsin!

Nasip olursa gelecek yazımızda Muhammed Esed’in hatıratından esinlendiklerimizi aktarmaya devam edeceğiz.

Rabbim kitaptan ayırmasın!

Selam ve dua ile…

Abdullah Ayyıldız