Bismillahirrahmanirrahim.

“Bütün uyuyanları uyandırmaya bir tek uyanık yeter” demişti, Malcolm X. Müslüman Şark’ın bağrında İslam’ın nurunun sönmek üzere olduğu demlerde bir kandil yanmıştı, Halep civarında. O kandile Nureddin Zengi adını vermiş ve önceki iki bölümde elimizden geldiğince Dr. Abdulkadir Turan hocanın eserinden istifade ederek bu tarihi karakteri anlamaya çalışmıştık. Nureddin Zengi ile ilgili dinmek bilmez bir iştiyakın şimdiki durağı ise şair, yazar Ali Emre’nin “Nureddin Zengi - Şark’ın Kandili” kitabı olacak inşallah. Rabbim istifade edenlerden eylesin.

Kitap, daha çok şair yönüyle tanıdığımız yazar Ali Emre’nin 20 yıllık dikkatli bir çalışma sonucunda elde ettiği bilgilerin roman diliyle bizlere aktardığı huzmesi. Diğer yazılarımızdan da hatırlayacağımız üzere Nureddin Zengi, hayırla anılmasına rağmen hakkındaki rivayetlerin akşam ezanı kadar az olduğu bir şahsiyet. Hızlı bir yükselişle devleti gönence erdirmesine rağmen kendisinden sonra gelenlerin bunu devam ettirmekten yoksun olmaları, devletin kısa sürede etkisinin azalmasına ve olanca önemine rağmen tarihçilerin gözünden kaçmasına sebebiyet vermiş olabilir. Hakikaten hem Ali Emre, hem de Abdulkadir Turan’ın kaynak kıtlığı konusundaki serzenişlerine şaşırmış, ama kendilerinden başka çokça kimsenin konunun üzerine eğilmemesini görünce hak vermiştim. İşte burada ali Emre’nin hakkını vermek gerek.  Zira böylesi bilgi kıtlığının içinden Yazarlar Birliği’nin yılın romanı olarak taltif edeceği denli ustalıklı bir dille yazılmış roman çıkarmak, yazarın içindeki şiirsel coşkunluğu romana yansıtabilmesinden kaynaklanıyor olsa gerek.

Kitap, iç içe geçmiş iki hikayenin birbirine eklemlenmesi olarak karşımıza çıkıyor. Birinci hikaye, Nureddin Zengi’nin yaşam hikayesinden oluşuyor. İkinci hikaye ise bu hayatın peşine düşmek isteyen medrese öğrencilerinin Kadın Hoca olarak tabir edilen Selma’nın ders halkasında ettikleri ilim muhaverelerinden oluşuyor. Selma, nişanlısı İsmailîler tarafından şehit edilen, kendisini o zamandan sonra sadece ilme adayan bir kadın. Nureddin tarafından himaye edilmesine karşılık ona vefa borcunu bu şekilde ifa etmeye çalışan birisi. Yazarın kadın hocayı ön plana koyması, Nureddin’in kadınların eğitimine verdiği öneme binaen seçilmiş olacağını düşünüyorum.

Kitap, bir cenk meydanında Nureddin Zengi ile bir askerin korku üzerine muhabbetiyle başlıyor. Yazarın burada ve sonrasında bizlere takdim ettiği Nureddin, etiyle kemiğiyle bir “insan” olan Nureddin’dir. Bu gerçeği ıskaladığımız vakit onu efsanevi bir kişiliğe dönüştürüp hakikatin üzerini örtme ihtimali doğabilir. Zira suyu tersine akıtan, Müslümanların kabusu olan Haçlıların kabusu olan bir Nureddin’den bahsediyoruz.  

Yazar, belli başlı yerlerde betimleme kuvvetini ortaya sererek vaziyetin ehemmiyetini göstermek için zamanı durdurmayı seçmiş, diğer yerlerde ise üzerinde daha fazla durulabilecek olayları hızlıca geçmeyi tercih edebilmiş. Bu da yazarın sade bir tarih analizi yapmadığının bizlere en büyük göstergesi olmuştur. Bu dondurulmuş sahnelerden beni en çok etkileyen ikisi vardır ki, kitabı okuyanların bana hak vereceğini düşünüyorum. Dilerseniz yazımızın bu bölümünde bu iki sahneye eğilelim.

İlk sahne, Nureddin’in yazıldığı bilinen ama mahiyetine dair herhangi bir bilgiye sahip olmadığımız cihad ile ilgili kitabın girizgâhıdır. Yazar burada öylesine bir tablo çizer ki, geçen yazımızda da istifade ettiğimiz o tabloyu okurken insanın tüyleri diken diken olur. Vaziyetin temsili ve alınabilecek önlemler üzerine yazılan bu yazıda coğrafyamızda Frenklerin çıban gibi bitişinin arka planında Müslümanların birliğinin tesis edilememesi olduğunu vurgulaması da, güncele yorulabilecek denli önemlidir. Bir yerden Frenk tehdidi, diğer yandan İsmailî tehlikesi, öte yandan kardeşler arası münakaşalar derken soruyor Nureddin:

“Ne zaman uyanacağız ey insanlar? Merhamet ve haysiyet sahibi herkesi yerinden sıçratacak böyle bir felaket devrinde göz kapaklarınız nasıl oluyor da bu kadar uzun kapanabiliyor? Ey Allah’a iman ettiğini söyleyen insanlar! Allah aşkına düşünün! Kadınlarımızı, çocuklarımızı, yaşlılarımızı, çaresizlerimizi koruma konusunda Allah’a ve İslam’a karşı bir vecibemiz yok mu? Cihad yalnız bir avuç maaşlı askerin işi mi ki Allah’ın dinine yardım edecek kimse kalmamış? Siz Allah’ın davasına yardım ederseniz Allah da size yardım eder. Siz bu yolda sebat gösterirseniz Allah da sizi terk etmez. Öyleyse bu kayıtsızlık nedir, Allah aşkına söyleyin. Bu ölüm ve zillet uykusu ne zaman sona erecek?”

Çağdaşı olmasam da aynı vaziyetin tekerrür ettiği bu dehşetli durum karşısında bendenizin bile silkelenmesine vesile olan bu çağrının aynısı hac zamanında da yaşanmış, yazar vaziyetin daha sansasyonel bir şekilde yayılması adına bu sahneyi kurgulamış. Yürekleri titreten bu haykırış, Kudüs’ün düştüğü bir devirde cakasını satmaya devam edenlerin, mağruriyetinden taviz vermeyenlerin yakalarına yapışarak Nureddin’in söylediği şu sözler; zaman belirtilmese şu zamanın mazlum coğrafyasındaki herhangi bir Müslümanın, mağrur mütreflere tokat gibi çarpan sözleri yerine geçer:

" Kanımıza susamış kafirlerin dört bir yanda cirit attığı, bütün mukaddeslerimizi çiğneyip kirlettiği bir zamanda, önce kendinizi taşlayın siz! Ey gamsızlar! Ey gaflet uykusuna doymayanlar! Ey Allah'ın evinin çevresinde bile büyüklenerek yürüyenler! Ey şerefli peygamberimizin ve güzide arkadaşlarının hatıralarıyla dolu Mekke'de Medine'de dahi yetimi azarlayanlar! Yoksuldan yüz çevirenler! Çaresizleri ve mazlumları itip kalkanlar! Ey burada şevkle ve neşeyle şeytan taşlayan fakat istilacı Frenklere karşı kılını bile kıpırdatmayanlar!.. Şanı yüce Allah'ın adını birçok şehirde, arzdan ve semadan silmeye yeltendiler, ne yaptınız? Yanaklarını tırnaklayan anılarımıza, çırpınıp duran gencecik kızlarımıza tecavüz ettiler, ne yaptınız? Kudüs'te binlerce Müslümanı bir günde boğazladılar, ne yaptınız? Mabedlerimizi, mescidlerimizi, medreselerimizi ateşe verdiler, ne yaptınız? Kardaşlarınız açlık ve yokluk içinde ölüp gittiler, ne yaptınız? Yiğitlerimiz, fidan gibi bacılarımız, el kadar çocuklarımız esir alındılar, köle pazarlarında satıldılar, ne yaptınız? Alimlerimizin, müderrislerimizin kesilmiş başları, köpeklerin önüne atıldı; yıkanmayı bile bilmeyen adamlar, yurdumuzu kan deryasına çevirdi, ne yaptınız? Şerefiniz iki paralık edildi; ne yaptınız? Zelzele oldu, taş üstünde taş kalmadı, sadece kocamışların değil, körpe yavrularımızın da üstüne kara toprak yığıldı, ne yaptınız? Onlarca beldede size çağrıda bulunduk, ulak yolladık, yardım istedik, yaşlı gözlerle yollara çıkıp yalvardık; ne yaptınız?.."

 İşte bölesi karanlık bir çağda karanlığa sövüp saymak ve öğrenilmiş çaresizlik pençesine düşmemek adına bir kandil gibi doğmak üzere cehd- u gayrete girişir Nureddin. Ve başarır da… Bu sebeple yazar, ona Şark’ın Kandili demekte çok haklıdır.

Söz buraya gelmişken, Abdulkadir Turan hocanın bu konudaki şerhini de düşmek gerekiyor. Aslında Nureddin, bir hayalin değil, daha öncesinde yaşanmış ve gerekli koşullar sağlandığında tekrardan yaşanabilmesi mümkün olan bir plan içinde yürütür çalışmalarını. Zira Frenk saldırılarına karşılık Selçuklu sultanı Muhammed Tapar’ın öncülüğünde kurulan Şii-Sünni birliğinin bu bozguna en büyük gediklerden birini Urfa’nın fethi ile açtığı da bir gerçek. Ve bu fethin en belirgin kahramanı, babası İmadüddin Zengi’dir. Nureddin, birçok tarihçiye göre babasının üstün özelliklerini almış, bayağı özelliklerini üstünden atmış bir karakterdir. Yani babasıyla yanan kıvılcımın, onun döneminde bir kandile, daha sonra Selahaddin’in kartal bakışlarıyla alev topuna dönüştüğünü görebiliriz.

(Devamı edecek...)