Michel Foucault’un literatüre kazıdığı ve Giorgio Agamben'in geliştirdiği “biyopolitika” kavramının en yoğun yaşandığı yer, iki düşünüre göre de ulus merkezli devletlerdir. “Biyopolitika”, bireyin vücudunun siyasetin malzemesi haline getirilişini ve egemen'in egemenliğini sürdürmek için, zalimane baskısının türlü oyunlar içinde modern toplumlarda uygulanmaya devam edişini anlatır. Biyopolitikayla yönetilen kişiler, ulus devlet içindeki uygulamalarla kendilerinin yüceltildiğini zannederken egemenlerin kölesi haline dönüştürülürler. Bu girişi neden yaptık? Çünkü anlatmak istediğimiz iki tane maalesefle başlayan düşüncemiz var:
Müslümanlar, uygulanan biyopolitikalarla, zihinsel esir kamplarına toplandıklarının farkında değiller. Biyopolitikalarla kanlarına dışarıdan zerkedilen aşırı milliyetçiliğin etkisine girmiş ve gönüllü kölelere dönüşmüşler. Allah'ın kardeş kıldığı insanlar, toplandıkları kampların içinde bile birbirinden kopuk, birbirlerine düşman parçalara ayrılmışlar.
İşte bu düşman iklimin içinde bütün ilkelerimiz, ahlakımız, kültürümüz harap hale getiriliyor. Bizler de sessiz şekilde izliyoruz. Çığlıklarımız duyulmuyor. Müslümana bundan daha fazla acı verecek bir şey olamaz.
Maalesef bugün, toplumun kanına bulaştırdıkları aşırı milliyetçilik virüsüne güvenenler, pervasızca gözlerimizin içine baka baka “aile” kavramına savaş ilan ettiklerini açıklıyorlar. Müslümanlar da köle sessizliğinde bakıyorlar. Çünkü artık aşırı milliyetçilik dışında öfkesinin kanını kaynatan, onu gayrete getiren bir şeyleri kalmadı. “Aile” kurumuna neden savaş ilan edilir? Bunun üzerinde düşünecek zihin bulamıyorlar. Oysa “Aile”, toplumun namus ve iman algısının merkezidir. Müslümandaki namus ve iman algısını yok etmek isteyenler, yerine hayâsızlığı, sınırsız hazzı ve inançsızlığı getirmek için çalışanlar, feminist düşünceleri maske edinerek “aile” kurumuna saldırıyorlar. Aşırı milliyetçilik virüsüyle hasta edilen topluma, “Jın, jiyan, azadi (Kadın, Hayat, Özgürlük)” ve “Em ne namûsa tü kesî ne, em namûsa gelê xu ne (Biz kimsenin namusu değiliz, Biz halkımızın namusuyuz)” gibi sloganların zehrini zerk ediyorlar. Kendini Müslüman gören birçok kişi, dillerine yapıştırılan bu sloganların niyetini şimdilik hesaplamak istemiyor. Çünkü tek derdi aşırı milliyetçilik olmuş artık.
Aslında biliyorlar, Kürt halkı Müslümandır ve namusuna düşkündür. Ama şunu da biliyorlar, kendilerini destekleyen Kürtler ya onların bu sloganlarla yaratmak istedikleri namustan arınık toplumun farkında değiller ya da bu hayasızca sloganların niyetini tasvip etmese bile aşırı milliyetçilik zehrinin etkisinde olduğu için sessiz kalacaklar. Namusa ve imana düşmanlıklarının farkında olmayanları, aşırı milliyetçilikle oyalamaya devam edecekler. Zamanı gelince onların da imanlarını zorlama devrimlerle ve gerekirse zorbalıkla ellerinden alacaklardır zaten. O zaman gelene kadar da mümkün olduğu kadar çok Kürt gencini bu sloganlarla namus ve iman düşüncesinden uzaklaştırmayı hedeflemişler.
Ve ikinci defa yine maalesef, bizler bu korkunç ifsad tehlikesini Kürt halkına anlatmıyoruz. Ataletimize ve etkin politika geliştiremeyişimize gönderme yapacak iç eleştiriler elbette kıymetlidir. Ama aşırı milliyetçi politikaların doğurduğu, beslediği ve bir dev haline dönüştürdüğü karşıt aşırı milliyetçilik algısı, namusa ve imana yönelmiş bu apaçık tehdidin görünmesini engellemektedir. Namusa ve imana yönelen bu tehlikeyi rahatça anlatamıyoruz çünkü anlattığımızda, aşırı milliyetçiliğine engel olmaya çalışanlara duyduğu derin bir kinle bakıyorlar. Sebep olarak karşıda gördüğü aşırı milliyetçi politikaları gösteriyorlar. Dini bir dil kullanılırken, televizyonlarda yayınlanan ve topluma her gece aşılanan ahlaksızlığı işaret ediyorlar. Çünkü her iki tarafta da uygulanan egemen biyopolitikaların merkezinde artık “hayâ” ve “iman” değil, aşırı milliyetçilik vardır.
Yani bu karşıt biyopolitikalarla zihinler tamamen köle edilmiş durumda. Oysa İslam bizi özgür bireylere dönüştürmüştü. Şimdi köle edilmiş Müslümanlar, daha çok köle olmak için birbirleriyle savaşmaya devam ediyorlar.