“İsmail” Bırakmışlar Adını, Anlatma! Göster Bize!
“Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın”(Saffat Suresi: 102)
Çünkü “İsmail” bırakmışlar adını. Ey Meydanların Aslanı, Allah'ın Koçu! İşte yine uzattın boynunu Allah'tan gelen emrin bıçağına. Çünkü sen başını sadece ona karşı eğerdin.
İnsanlar durmadan sadece konuşuyorlar ey İsmail’imiz! Anlamıyoruz. Adını İsmail bırakmışlar, sen anlarsın. Ama sen de anlatma, bilfiil göster bize. Baş nasıl eğilir sadece Allah'tan gelen emrin bıçağına? Boyun, nasıl kıldan daha ince olur emrine? Korkularımızdan buda bizi. Küfrün pasından temizle ve bile öfkemizi. İncelt artık kaskatı kesilmiş yüreğimizi.
Görüyoruz, önce bebekler ölüyor bizde, sonra kelebekler. Ama yetmiyor. Annelerini göremiyorum İsmail’imiz! Çünkü yıkılan binalardan duman olmuş etraf ve kolonların altında ezilmiş bir baş ve örtüsü. Ama yetmiyor çünkü kimilerimizin başından almışlar ve gözleri örtmüşler o örtüyle. İsmi medeni bırakılmış barbarlar, en modern silahlarla parçalıyorlar. Az ötedeki tepede vahşiler, çığlıklarımızı, cümbüşlerle bastırıyorlar, yetmiyor. Dünyaya sağır uçaklar, çocuklarımızla körebe oynuyorlar. Onlar kör oluyor, çocuklarımız ise ebe oluyorlar. Oyun sonunda parçalarını poşetlerde topluyorlar, ama yetmiyor bu ümmete İsmail'imiz yetmiyor.
Göster bize ve bu kadar aptal olmaktan kurtar artık. Eğilmesin boynumuz Allah’tan başka rab edinenlere ve edinilenlere. Her biri birer kasap uşak sultanları, kralları, başkanları, liderleri, emperyalizme kurbanlık koyun olmuş yığınları göster. Oryantal siyasi oyunları, minik milli çıkarları, kesim bekleyen, sıradaki kırpılmış aptalları, kene gibi ölürcesine zilletten bir hayatın göğüslerine tutunan o fani korkakları göster bize.
Senin adını İsmail koymuşlar bir kere. Oğullar, kız kardeşler korkusuzca nasıl kurban verilir ey İsmail’imiz, göster! Bir yürek nasıl böyle gök gibi olur, nasıl sarsar çürük felsefelerden yığılmış dağları ve nasıl kurutur kokuşmuş denizlerden korkuları? Yollar açar. Torunlar bile, nasıl Allah'ın yoluna serilir o küçük bedenler? Böylece güneş doğar ve lanetlenmiş vahşetin kapkaranlık çirkin yüzü nasıl apaçık gösterilir, göster. Göster bize nefislerini ilah edinmiş o kavmi, acımasızca, mazlum insanları kurban ederken kibirden tapınaklarına. Ki haktır, gerçekleşsin Rabbimizin vaadi.
Ovaları aşmalıyız, tepelerden yürümeliyiz, dağlara tırnaklarımızla tırmanmalıyız, ıssız çöllerde yanmalıyız ama imana susadık ey İsmail’imiz! Vur topuğunu yere. Kana kana and içeceğiz çünkü. And içeceğiz kapıda asıllı kalan annelerin kulağına, ruhun yağmurundan ıslanmış yanağına ve “babam nerede?” diye soran küçük çocuğuna. And içip fırlayacağız sokağa, seri yumruklar savuracağız boşluğa. Her gece gıcır bir Kudüs hayali kurmadan, başımızı yaslamayacağız yastığa.
İşte ey İsmail’imiz, o gün; İncir bizim, Zeytin bizim, Tur-i Sina bizimdir. Sevgi ve o sevgiyi haşiye eden İsa bizimdir. Yıldız tozlu yolları, nurdan kelebeklerle ruh yakan Sidretü’l Münteha’yı bize hediye eden Aksa bizimdir. Belki her karışımız mezarımız olacak ama korkmayın, verimli olacak, çünkü güneşin katilleriyle gübrelenecek toprağımız. Kurşunla gamzeli kehribar yanağımızdan fışkıracak pınarlarımız. Denizlerimiz bile terbiyelidir çünkü o denizi terbiye eden Asa da bizimdir. Asma kulelerden ve Nil’in bahçelerinden filizlenir aşkımız. Çünkü aşkın en güzelini kafiye eden kıssa da bizimdir. Ve köleliğin zincirlerini kıran Musa da bizimdir.
Şahidiz, sen gösterdin ama biz görmedik seni İsmail’imiz. Seni ancak hakkıyla Rabbin görür. Ey Şehitlerin Babası, Dedesi, Abisi ve Ey Şehit! Bir gün göğe bakan bu acılar geçecek. Kelebeklerle beraber melekler gelecek. Gecenin içinden akan yolcular gelecek. Yıldızların yoluna hacılar gelecek ve hep beraber Allah için yine başımızı uzatacağız ama bu sefer secdeye...