Elbette mükemmeliyet sadece Allah'a mahsus ama günümüz şartlarında “hatasız kul olmaz” sözü hatalarımızın artan boyutu karşısında yetersiz kalıyor artık. Savaşlar algıları yönetme üzerinden yapılıyor. Algıları en iyi yönetenler savaşta sonuca ulaşanlar olarak görülüyor. Her sonuca ulaşma bir zafer değildir ama algılara bu böyleymiş gibi de gösterilebiliyor. İnsanlar sadece sonuca ulaşmayı mutlak zafer olarak algılamaya başlayınca, sonuca ulaşma şeklinin mubah, etik, erdemli olup olmayışı önemini kaybediyor. Dolayısıyla istediğini elde etmek isteyenler arasında asılsız yalanlar, iddialar, iftiralar, maskeler, adım başı kazılan kuyular, arkadan hançerleyen ihanetler, rüşvetler, torpiller, hırsızlıklar havalarda uçuşmaya başlıyor.
Kendimize ait katı kuralları olan marjinal ideolojiler taşıyor da olabiliriz. Ama içinde bulunduğumuz toplumun sosyal hayatından kendimizi izole edeceğimiz, tüm ömrümüzü bir dağ başında inzivada geçireceğimiz anlamına gelmiyor. Bu hepimizin sistemin, sisteme uyum sağlamış, özümsemiş kurumların ve onları idare eden veya onlar tarafından idare edilen insanların arasında yaşadığı ve her gün onlarla ilgili seçimler yapmak zorunda kaldığı manasına geliyor demektir. İşte burada anahtar kavramımız “zorunluluk” oluyor. Yani not düşelim; “mutlak zorunluluk”, büyük oranda “mesuliyeti” ortadan kaldırır.”
İnsanlar seçimlerinin çoğunu memnuniyetsiz oldukları halde yaparlar dersek abartmış olmayız sanırım. Çünkü en iyiyi seçtiklerini değil, eldeki en iyi seçeneğin seçtikleri olduğunu düşünürler. Seçimlerimiz gibi seçtiklerimiz de mükemmel değil. Bazen “çok kötünün” tam karşısındaki “çok iyiyi” seçtiğine inanırsın. Bazen de “kötünün” karşısındaki “eh işte iyi sayılır” olanı seçersin. Ama en acı veren zaman, “çok kötü” olanın karşısındaki “kötü” olanı seçmek zorunda kaldığın zamandır. Zehir içmişsin gibi için parçalanır. Her kötülüğünde ciğerin paralanır. Çok kötüyü destekleyen insanlar da seçtiğinin her kötülüğünün sonrasında, seni kötülüğün ortağı olmakla suçlarlar. Seçecekleri “çok kötünün” yaptıklarını ve yapacaklarını onlara açıklamaya veya ayrıntılı irdelemeye gerek yok; çünkü “çok kötüyü” destekleyenlerin yüzleri genelde at toynağından daha kalın bir nasırlar kaplanır, yani boşuna beklemeyin, asla utançtan kızarmaz.
Seçimlerimizin, gerçek dünyaya uygunluk (realite) ve faydalı olanı seçme (pragmatizm) gibi sorunları da vardır. Ütopyalar kurabiliriz, olasılığı düşük seçeneklerde ısrarcı olabiliriz, kaybetmenin kesinliğini göğüsleyip erdemli olanda kararlı kalabiliriz. Yapabileceğimiz çok şey var. Ama biz genelde; “güç”, “zafer”, “hâkimiyet” kavramlarını önemsiyoruz. Onun için realiteye uygun, toplumun ulaştığı normların çok gerisinde veya ilerisinde olmadan, günün siyasi konjonktürü ile paralel seçimlerde bulunmayı daha faydalı görüyoruz. Sonuç odaklı düşünüyoruz. Yani “daha iyi” hatta “çok daha iyi” bir seçimin realiteye uygun olmadığını, yapılacak seçimler sonucunda, seçimimizin bir etkisinin veya anlamının kalmayacağını düşünüp, “çok kötü” olana karşı, pragmatik bir davranışla, “iyi” olanı seçmeyi terk edip “kötü” olanı seçme davranışını geliştirebiliyoruz. İşte buradaki mesuliyetin oranını ancak Allah Teala bilir. Rabbim hepimize, hakkı hak, batılı batıl olarak görme basiretini bahşetsin.
Sonuçta “seçmek”, “mutlak onaylamak” anlamına gelmiyor. “Onamak”, sizin şahsi imzanızdır, mutlak kabuldür ve sınırsız mesuliyeti beraberinde taşır. Seçmek ise beraberinde “zorunluluğu” taşır ama “mutlak zorunluluk” olmadığı için, içinde zorunluluk taşıyor olmasına rağmen, seçimlerimizin mükâfatını tadar veya cezasını çekeriz. Ama yine de bizi biz yapan, her zaman görünür yaptığımız değil, bizi yapmaya iten niyettir. Niyet, onadığımızdır. Rabbimizin katına da onadığımız kadarını taşırız. “Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir; herkesin niyeti ne ise eline geçecek odur.” (Buhârî, Bedü’l-Vahy, 1; Müslim, İmare, 155)