Kur`an ve Sünnette geçen fıkhî hükümleri anlamak ve ona göre amelde bulunmak için ilimde belli bir seviyeye ulaşmak gerekir. Peygamberlerden sonra her türlü konuda ümmete rehberlik yapacak olan âlimlerin asıl görevi, sahih olarak anladıkları hükümleri insanlara ulaştırarak onların Allah`a yaklaşmalarına vesile olmalarıdır. Bu bakımdan bu ilme sahip müçtehit imamların kurucusu oldukları mezhepler, avam ile asıl kaynaklar arasında yol göstericidirler. Dolayısıyla mezhepler, Kur`an ve Sünnette geçen hükümleri izah eden birer “Kitap” durumundadır.
Yukarıdaki kısa açıklamaya binaen insanlar şer`î hükümlere karşı sorumluluklarıyla ilgili üç kategoriye ayrılırlar;
Bincisi müçtehitlerdir ki; asıl kaynaklarda geçen hükümlerden fıkhî malumatları çıkararak ona göre amel ederler. Bunun için de ister kendisi gibi düşünsün ister muhalif olsun ilmi açıdan kendileri gibi olan bir başka âlimi taklit etmez, sadece kendi anladıklarıyla sorumluluklarını yerine getirirler. Bu durumda olan bir kimse insanların en faziletlilerindendir. İçtihat ehli olabilmek için gerekli olan şartlar usul kitaplarında detaylıca yer almaktadır.
İkincisi Kur`an ve Sünnetten hüküm çıkarma ehliyetine sahip değil, ancak müçtehitlerin görüşleri arasında tercih yapacak kadar ilmi birikimi olan kimselerdir.
Üçüncüsü ise taklit ehlidir ki ne içtihat edecek kadar bilgileri, ne de mezhepler arasında tercih yapacak kadar ilmi seviyeleri olmayan kimselerdir.
Günümüzde müçtehit olabilecek âlimlerin sayısı oldukça azdır. Öyleyse geriye mukallit ve görüşler arasında tercih yapma seviyesinde olanlar kalıyor. Bir önceki yazımda salt taklidin islam tarafından zemmedildiğini ifade etmiştim. Zira fıkıhta asıl olan, sahih görüşe tabi olmak ve onunla amel etmektir. Esnek bırakılan bazı hükümler hariç, doğrular sadece birdir. Genel olarak fıkhın tarihine bakıldığında bu ilmin en fazla zayıfladığı dönem taklitçiliğin en fazla arttığı dönem olmuştur. Mezheplerin görüşlerini direk taklit etmektense mevcut görüşler arasında hakka daha yakın olanı “tercih” etmek daha faziletlidir. Fakat mezhep imamlarının görüşleri arasında tercih yapmak görüldüğü ve söylendiği kadar kolay değildir. Zira içerisinde bulunduğumuz toplum buna müsait değil. Bunun öncesinde yapılması gerekenler; ilmi müesseseleri çoğaltmak, âlimlerin halkla daha fazla iç içe olmasını sağlamak ve onları taklidin zemmine ikna edecek kadar bilgi sahibi yapmakla mümkündür.
Belli bir mezhebe bağlı olan kimsenin, başka bir görüşü taklit etmesi:
İslam âlimlerinin büyük çoğunluğu mezhepler arasında sadece biriyle sınırlı kalmanın zorunlu olmadığını söyleyerek gerek sahih olanı tercih etme konusunda gerekse de adet haline getirmemek şartıyla zaruret halinde başka mezhepleri taklit etmenin caiz olduğu görüşüne gider. Zira sahabeler, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer`e (Allah kendilerinden razı olsun) soru sorar ve sadece onların verdikleri görüşle sınırlı kalmazlardı. Bunun yanında Ebu Hureyre ve Zeyd Bin Sabit gibi sahabilerin görüşlerini de alırlardı.
Mezheplerin kurucusu olarak bilinen müçtehitler değil de mukallitler sadece bir mezhebe bağlı kalarak çoğu defa tek doğrunun kendi mezhepleri olduğunu söyleyebiliyorlar. Hâlbuki imamların içtihatlarıyla her ne kadar amel etmek caiz ya da vacip olsa da Allah`ın indirdiği şeriatı misli misline temsil etmiyor. Öyle ki sahabe, tabiin ve sonrasında gelen âlimler, kendi görüşleri için “bu Allah`ın murad ettiği görüştür.” demekten hayâ ederdi. Tüm bunlardan da anlaşıldığı üzere mezhepler avam ile asıl kaynak olan Kur`an ve Sünnet arasında bir köprüdür.